Füze Kalkanı, Afganistan ve Yeni-Osmanlıcılık

1962 yılının Temmuz ayında CIA ajanları Beyaz Saray’a Küba limanlarına askeri malzemeler taşıyan gemilerin yanaştığını ve bu malzemelerin Sovyet askerleri gözetiminde ülkenin iç bölgelerine doğru taşındığı bilgisini ilettiler. Ekim ayında ise ABD Hava Kuvvetlerİ’ne ait bir U2 casus uçağı tarafından çekilen fotoğraflarda birtakım füze görüntüleri tespit edildi. Buna göre Sovyetler Birliği Küba’ya ABD’yi vurabilecek olan orta menzilli balistik füzeler yerleştiriyordu.

16 Ekim’de Beyaz Saray’da bir toplantı yapıldı ve nükleer silahların da kullanılmasını kapsayan bir savaş planı yapıldı. 22 Ekim’de ise ABD başkanı John F. Kennedy televizyonda bir konuşma yaptı ve ABD’nin Küba’ya yönelik bir abluka kararı aldığını açıkladı. Buna göre, ABD donanması Küba etrafında kuracağı 800 millik çemberin içerisine hiçbir gemiyi sokmayacak, Küba’ya herhangi bir sevkiyatta bulunan Sovyet gemileri batırılacak, Küba limanlarına uğrayan gemiler Amerikan limanlarına yanaşamayacak ve ablukayı delmeye kalkışan gemiler batırılacaktı. ABD, Küba’ya uyguladığı ablukanın yanı sıra silahlı kuvvetlerini teyakkuza geçirmişti ve Küba’daki füzelerle yapılacak herhangi bir saldırıyı Batı yarımküresine yapılmış sayacaktı

Sovyetler Birliği lideri Kruşçev’in yanıtı ise ertesi gün geldi. Kruşçev ABD’yi, dünyayı bir nükleer savaşın eşiğine getirmekle suçluyor ve Sovyet gemilerinin hiçbir şekilde ambargo kararına uymayacağını bildiriyordu. Bu sırada ABD basınında, Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’ye yerleştirilmiş olan Jüpiter füzelerinin, Küba’da yerleştirilen füzelere karşı bir pazarlık kozu olarak gündeme getirilmesine dair yazılar yayınlanmaya başladı. Kruşçev 27 Ekim’de Kennedy’ye bir mektup yolladı ve Sovyetler’in Küba’daki füzelerini Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin kaldırılması koşuluyla geri çekmeye hazır olduğunu bildirdi. 28 Ekim’de anlaşmaya varılıyor ve Sovyetler Küba’ya füze yerleştirme projesinden vazgeçtiğini açıklıyordu.

İşin ilginç yanı, ABD ile Sovyetler arasındaki pazarlıktan habersiz olan Türkiye yönetici sınıfı, dünya neredeyse bir nükleer savaşın eşiğine gelmişken sosyalizm düşmanlığından vazgeçmiyor ve Türkiye’deki ABD füzelerinin kaldırılmasına kesin bir şekilde karşı olduğunu bildiriyordu. ABD, 1963 yılının ocak ayında Türkiye’ye “Jüpiter füzelerinin sökülmesi ve yerine Polaris nükleer denizaltılarının Türk karasularında konuşlandırılmasını teklif etti ve füzeler ancak bu “güvence”yle kaldırılabildi.

***

Rusya Devlet Başkanı Medvedev geçtiğimiz günlerde Rusya’nın yeni askeri doktrinini kamuoyuna açıkladı. Buna göre Rusya, NATO’nun Rusya sınırlarına doğru genişliyor oluşunu “ana tehdit” olarak kabul ediyordu. Dikkat çekici başka bir nokta ise ABD’nin kurmayı düşündüğü füze kalkanı sisteminin küresel silahlanma dengesini bozacağı için endişe verici olarak kabul edilmesiydi.

Rusya’nın endişeleri ABD’nin uzunca bir süredir Orta Avrupa’da Rusya’ya karşı olmadığını ve tehdit olarak İran’ın görüldüğünü ısrarla belirttiği bir füze kalkanı kurma projesinden kaynaklanıyordu. Obama yönetimi, geçtiğimiz Eylül ayında, Rusya’nın endişelerini kısmen giderebilmek adına kalkanın Orta Avrupa’ya kurulmasından vazgeçtiğini ve NATO’nun Güneydoğu kanadına konuşlandırılacağını açıkladı. O dönemde Türkiye’nin de adı kalkanın yerleştirileceği ülke olarak gündeme gelmiş, hatta Türkiye’nin kurmayı planladığı füze savunma sisteminin ABD’nin füze kalkanı projesinin bir parçası olduğu iddia edilmiş, ancak Türkiye bu iddiayı reddetmişti.

Geçtiğimiz hafta İstanbul’daki NATO toplantısı için Türkiye’ye gelen Robert Gates’in talepleriyle birlikte füze kalkanı projesi yeniden gündeme geldi. Zaten ABD’li think-tankler füzelerin konuşlandırılması için en uygun ülkenin Türkiye olduğu fikrini bir süredir daha güçlü bir şekilde savunmaya başlamışlardı. Gates, İlker Başbuğ ile yaptığı toplantıda iki NATO üyesi ülke olarak füze kalkanı projesini ele aldıklarını ve proje bağlamında füze kalkanı sistemine ait iki radarın Türkiye’ye yerleştirilmesini görüştüklerini açıkladı.

Elli yıl önce “komünizm tehdidi”ne karşı topraklarını Amerikan füzelerine açan Türkiye yönetici sınıfı, şimdi de “Rusya ve İran tehdidleri”ne karşı füze kalkanı projesinin bir parçası olmak için müzakereler yürütüyordu üstelik selefleriyle karşılaştırılamayacak ölçüde işbirlikçi bir hükümetin, yeni-Osmanlıcılık adı altında ülkeyi büyük maceralara sürüklemeye hevesli bir siyasi kadronun yönetiminde gerçekleştiriyordu bunu.

Füze kalkanı projesinin gündeme geldiği günlerde, Hürriyet’in cumartesi günü manşetten vermesine rağmen pek de üzerinde durulmayan bir gelişme daha yaşandı. Afganistan gündemiyle İstanbul’da toplanan NATO zirvesinden yeni bir strateji kararı çıktı ve bu stratejide Türkiye’ye Afganistan’da çok daha etkin bir rol biçildiği, hatta Türkiye’nin sessiz sedasız muharip güç haline geldiği anlaşıldı. Afganistan’daki işgal güçlerinin komutanı Stanley A. Mcchrstyal Hürriyet’ten Ferai Tınç’a verdiği mülakatta, Türkiye’nin yeni strateji bağlamındaki rolünü şöyle anlattı: “Türk askerlerinin resmi rolü Kabil ve çevresinde Afganistan hükümet güçleri ile birlikte güvenliği sağlamak. Bunu çok iyi yapıyorlar. Muhteşemler. Bir başka resmi olmayan rolleri daha var. O da ayaklanmaya karşı mücadele. Orada da çok başarılılar. Kültürel yakınlıkları nedeniyle sadece Afganistan halkı ile değil, Afganistan Hükümeti ile de çok özel ve etkili biçimde ilişki kuruyorlar.” General Mcchrstyal, “yeni durum Türk birlikleri için ne anlama geliyor” şeklindeki soruyu ise Türkler Kabil ve çevresinde güvenlik için devriye geziyor. Ama Türk askerleri aktif operasyonların dışında değiller. Ancak çok dikkatliler ve işlerinde çok iyiler” diye yanıtladı.

Bir yandan füze kalkanı sistemine dâhil olunurken öte yandan Afganistan’da muharip güç haline geliş… Bu gelişmelere sınırımız olan ülkelerle yapılan anlaşmaları eklendiğinde AKP’nin askeri/sivil bürokrasi ile tam bir mutabakat içinde Türkiye’yi dönüştürme ve yeni- Osmanlıcılık adı altında küresel sisteme daha derin bir şekilde eklemlenme projesinin bütün hızıyla devam ettiği görülecektir. Devlet içerisinde olsun olmasın, söz konusu dönüşüme taş koyabileceği düşünülen unsurların tasfiyesi, toplumsal muhalefete yönelik baskılar ve diktatoryal hevesler, bu devam bağlamında değerlendirildiğinde daha anlaşılır hale gelmektedir.