DTP'nin Kapatılması: "Açılım" Sürecinin Bir Parçası

“DTP’yi devlet kapattı.” Kapatılma kararının oybirliği ile alınmasına bakarak yapabileceğimiz ilk tespit budur ancak bu devlet, liberallerle muhafazakârların laikçi, vesayetçi, militarist vb. sıfatlarla tarif ettiği birinci cumhuriyetin devleti değildir DTP ikinci cumhuriyetin devlet aygıtınca kapatılmıştır. Hatay’daki Ottoman Palace’da kimi bakanlarla kimi mahkeme üyelerinin karar öncesinde bir araya geldiklerine ilişkin iddialar ve Cemil Çiçek’in “Batasuna” göndermeleri, AKP’nin böyle bir kararı istemiş olduğuna açıkça işaret etmektedir. Bunu, Dolmabahçe ve Ergenekon mutabakatlarından sonraki üçüncü mutabakat sayabiliriz: DTP mutabakatı.

Kararın oybirliği ile alınmasının iki önemi bulunmaktadır. Kararın bu şekilde alınması ile birlikte, Zaman, Taraf ve bilumum yandaş medya organının ve yeni rejimin organik aydınlarının “AKP açılım yapıyordu ama devletin çelik çekirdeği buna izin vermedi, statükocu güçler barışı engelledi” tarzı yorumlarda bulunmasının nesnel zemini bütünüyle ortadan kalkmıştır. İkinci önem ise, kararın en baştan beri bir devlet projesi olarak kodlanan “Kürt açılımı”nın bir parçası olmasından kaynaklanmaktadır yani DTP açılımın bir parçası olarak kapatılmıştır.

Son söylediğim, hem açılımı sahiden de bir barış ve kardeşlik projesi olarak görenler ve AKP’nin kuyruğunda demokratçılık oynayanlar açısından hem de Kürt hareketinin açılımı olumlayıcı taktiksel açıklamalarının peşine takılıp kraldan çok kralcılık yapanlar açısından şaşırtıcı gelebilir.

Oysa açılım denilen süreç, en başından beri, özü itibariyle mevcut Kürt hareketini tasfiye etme ve yerine yeni rejimin kapsayabileceği, sindirilebilir ve tahammül edilebilir bir Kürt hareketi yaratma projesidir. Üstelik uygulamaya geçirilmesi zannedildiği gibi son birkaç ayda gerçekleşmiş değildir, plan birkaç yıldır yürürlüktedir. Bölgeye yönelik iaşe yardımlarının artırılması, KÖYDES projesi, bölgede cemaatin ve Hizbullah’ın önünün açılması, cemaat entelektüellerin oluşturduğu Abant Platformu’nun Hewler’de Kürt konferansı düzenlemesi, Irak’taki Kürt yönetimi ile diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi, PKK liderleri ile istihbaratçılar arasında yapıldığı iddia edilen pazarlıklar, TRT Şeş’in yayına başlaması vs. bu planın bir parçası olarak görülmelidir. ABD, AKP, Barzani ve Gülen’den müteşekkil bir koalisyon, Kürtleri mevcut Kürt hareketinden koparmayı stratejisinin temeline koymuş, ancak 29 Mart seçimlerinde bunun başarısız olduğu görülmüştür.

Açılımın ivme kazanmasının ve kamuoyu önünde konuşulur hale gelmesinin bu başarısızlığın hemen ardından gerçekleşmesi manidardır. Açılımın en somut uygulamalarının, KCK operasyonları ile hareketin illegal ve legal kanatları arasındaki bağın koparılmaya çalışılması, önce Mahmur Kampı’nın sonra da Kandil’in boşaltılması ve böylelikle PKK’nın dağdan indirilmesi gibi tasfiyeye yönelik olanlar şeklinde tezahür etmesi bu bağlamda şaşırtıcı değildir. Planın uygulayıcıları, ABD’nin ve Irak Kürdistan yönetiminin baskılarının, kimi yasal düzenlemelerle birlikte, PKK’yı silahsızlandırmak için yeterli olacağını zannetmiştir. Bu süreçte Kandil ve İmralı’nın da sürece kapılarını bütünüyle kapatmamaları ve yapmış oldukları taktiksel açıklamalar, uygulayıcıların “plan başarılı olacak” şeklindeki düşüncelerini güçlendirmelerini sağlamıştır. Söz konusu olanın bir demokratikleşme projesi değil de bir tasfiye projesi olduğu kesin bir şekilde anlaşıldığında ise hareket en büyük gücünü kullanmış ve tabanını sokağa çıkarmıştır.

Eğer mahkemenin aldığı karar hukuki bir karar değilse, ki kimse bunun böyle olduğuna inanmamaktadır, bu kapatmadan murad edilenin ne olduğunu ve kapatmanın açılım, yani tasfiye sürecinin neresine denk düştüğünü anlamak gerekmektedir. Kararın legal siyaset zeminini büyük ölçüde ortadan kaldırdığını ve hareket açısından dağı ve sokağı güçlendirdiğini düşündüğümüzde, açılım/tasfiye sürecini kısa vadede sekteye uğratacağı açıktır. Buna rağmen neden kapatma kararına müdahale edilmemiştir? Henüz bu sorunun kesin bir yanıtı bulunmamaktadır. Planın uygulayıcıları, ki kendileri partileri bolca kapatılmış bir gelenekten gelmektedirler, kapatma kararı ile birlikte, Kürt hareketinin legal kanadı içerisinde bir ayrışmanın ortaya çıkacağını ve daha ılımlı bir hareketin siyaset sahnesinde yer alabileceğini, böylelikle de tasfiye sürecinin hız kazanacağını hesap etmiş olabilirler. Murat Karayılan’ın dün yaptığı açıklamada, tasfiye planının “birinci adımı Önderliğe yönelik bir saldırı, ikincisi DTP’yi kapatma, üçüncüsü de gerillaya yönelik kapsamlı bir imha hareketidir” demesi böyle bir hesap ihtimalini güçlendirmektedir. Başka bir ihtimal ise DTP’nin kapatılmasının açılımın başka hamleleri ile telafi edilebilecek bir niteliği olduğunun, oysa AKP’nin düşmekte olan oylarının ve iktidarı yitirmesinin bir telafisi olmadığının farkına varılması ve bu nedenle kapatma kararının alınmasıdır. DTP kapatılarak bölücülüğe karşı mücadele verme imajı devam ettirilecek, ancak bu esnada açılım/tasfiye planları da derinleştirilerek devam ettirilecektir. Son ve en düşük ihtimal ise statükonun devamına ilişkindir. Açılımdan vazgeçilecek, PKK’nın bu şekilde tasfiyesinin imkânsız olduğuna karar verilecek ve 25 yıldır devam eden savaş daha uzunca bir süre devam edecektir.

Kapatmadan murad edilen ne olursa olsun, kararın Kürt siyasetini çok daha radikal bir konuma getirdiği gözlemlenmektedir. Yalnızca DTP milletvekillerinin fiilen sine-i millete dönmeleri değil, hafta sonu yapılan Demokratik Toplum Kongresi’nin ardından, sözcü Hatip Dicle’nin, “özerk Kürdistan” ı içeren bir anayasa talebinde bulunması ve Ortadoğu coğrafyasında yaşayan bütün Kürtlere yönelik ulusal bir kongre düzenlenmesi çağrısında bulunması böylesi bir konumlanışı kanıtlar niteliktedir.

Yükseltilecek olan “sivil itaatsizlik” eylemlerine, Pazar günü Tarlabaşı örneğinde olduğu gibi “sivil” tepkiler verilmesi ise gitgide güçlenen bir tavır haline gelmektedir. Bu durumun, iki halkı telafisi olmayan bir şekilde ayrıştırmak ve her iki taraftan da köprüleri bütünüyle atmak isteyenlere hizmet ettiği aşikârdır.

Önümüzdeki günlerde Kürt sorunu başlığında bir yumuşama evresine mi girileceği yoksa çatışmaların daha da mı derinleşeceği henüz belli değildir. Ancak evrilme ne yana olursa olsun, şimdiye kadar sürecin dışında kalmış olmasına ve güçsüzlüğüne rağmen, sol, yaşananlara müdahil olmak durumundadır. Çünkü dâhil olmadığı bir süreç, solun var olma zeminini de bütünüyle yok etmeye doğru ilerlemektedir ve o zemin bizzat Türkiye’nin kendisidir.