Diri Diri Gömülen Yalnız ve Güzel Ülke

İlk kez yönetmen Semir Aslanyürek söylemişti: “Nuri Bilge Ceylan insanoğlunun gerçeklerini ararken ilginç bir anatomi dersi veriyor. Ülkemizin otopsisini yapıyor ve bizim ülkenin öldürülmeden diri diri gömüldüğünü keşfediyor.” (Bir Zamanlar Anadolu’da veya Bir Ülkenin Otopsisi, soL, 1 Ekim 2011)

Cüneyt Cebenoyan da Aslanyürek’e benzer bir şekilde, Birgün’deki 29 Ekim 2011 tarihli yazısında Bir Zamanlar Anadolu’da da, bu hafta gösterime giren Behzat Ç Seni Kalbime Gömdüm’de de olay örgüsünün “diri diri gömülmek” üzerine kurulduğunu söylüyor ve ekliyordu: “Belki de Türkiye için şahane bir metafor bu. Diri diri gömülmüşüz hepimiz ve belki de bu yüzden en ufak bir pırıltıda sevinç çığlıkları atıyoruz.”

Sahiden de her iki film de ölmek ve öldürmek meseleleri üzerine inşa edilmiş olan filmlerdi. Behzat Ç’de ailesi yıllar önce bir yargısız infazda polisler tarafından katledilmiş ve yetiştirme yurdunda büyümüş bir çocuğun infazı gerçekleştiren polislerden aldığı intikam, Bir Zamanlar Anadolu’da’da ise gazetelerin üçüncü sayfalarında sıkça rastladığımız bir yasak aşk cinayeti etrafında gelişen olaylar anlatılıyordu. İki filmin de ortak noktası katillerin kurbanlarını diri diri gömmüş olmalarıydı.

Behzat Ç’den farklı olarak Bir Zamanlar Anadolu’da, kurbanların diri diri gömülmüş olmalarının ötesinde, doğrudan “yalnız ve güzel ülke”yle ölüm arasındaki ilişkiye odaklanıyordu. Gecenin bir saati savcılı komiserli devlet ricalini karşısında gören muhtara göre köyün iki temel sorunu vardı: Mezarlığın bir duvarı yıkılmıştı ve bu yıkık duvardan içeri giren hayvanlar mezarlara pisleyerek ölüleri rahatsız ediyorlardı dolayısıyla bu duvar için acilen ihaleye çıkılması gerekiyordu. İkinci olarak ise köyün bir morga ihtiyacı vardı çünkü köyden çoktan göç etmiş olan insanlar köydeki yakınları öldüğünde, onları son bir kez görmek istiyorlar, fakat onlar gelene kadar cesetler kokmuş oluyordu. Başka bir sahnedeyse, bir aşk cinayetine kurban giden maktulün otopsisi yapılırken, otopsi görevlisi, ölüyü keserken kullandıkları testerenin elektrikli olmayışından yakınıyor, sonrasında ise merkezdeki yeni morgu ve otopsi salonunu överek, doktora “neden aynısından bizde de yok” diye soruyordu.

Sadece bu sahneler değil Bir Zamanlar Anadolu’da’yı ölüme dair bir film kılan karısı ihanetini bağışlamayarak intihar eden fakat bunu bir türlü kabullenemeyen savcı, özürlü bir çocuğu olduğu ve hem onu görmeye dayanamadığı, hem de sorumluluktan kaçtığı için eve gitmek yerine gece gündüz çalışmayı tercih eden komiser, karısından boşanmış ve muhtemelen geçmişini öldürmek için taşraya tayinini istemiş bir doktor ve Anadolu bozkırı, diri diri gömülmüş karakterler olarak çıkıyorlar karşımıza filmde.

Aslanyürek ve Cebenoyan’ın da belirtmiş oldukları üzere yalnız ve güzel ülkeyi anlamak/anlatmak için şahane bir metafor bu. Çünkü bu ülke, hem gerçek hem de metaforik anlamda insanlarını diri diri gömmeyi bir alışkanlık haline getirmiş durumda çoktan.

Nedenini bile bilmedikleri bir savaşta öldürülen 20 yaşındaki çocukların cesetleri dönüyor her gün memleketlerine cenazeleriyse bayraklara sarılarak ve intikam yeminleri edilerek kaldırılıyor. Dağa çıkan çocukların cesetleri dönüyor aynı şekilde memleketlerine, annelerinin teşhis edemeyeceği bir şekilde dönüyor üstelik yanmışlar, parçalanmışlar ve onların cenazeleri de benzer bir öfkeyle, benzer bir intikam hissiyle kaldırılıyor. Her iki tarafta da çocukları ile birlikte kendilerini gömüyor insanlar, her cenazede çocuklarının gençlikleriyle birlikte kendilerini de diri diri gömüyorlar.

Deniz Feneri davasında tutuklu sanık kalmazken, Yalçın Küçük, Soner Yalçın, Nedim Şener, Ahmet Şık, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Coşkun Musluk, Barış Terkoğlu, Baha Okar, Sait Çakır ve adlarını saymaya bu köşenin yetmeyeceği onlarca gazeteci-yazar aylardır cezaevindeler çoğu henüz mahkeme karşısına bile çıkarılmadılar. Suçları muhalif olmak ve muhalif oldukları için de Silivri’ye diri diri gömülmek isteniyorlar.

Türkiye’de halen cezaevlerinde 500 öğrencinin bulunduğunu söylüyor istatistikler. Evlerinde bulunan çatal bıçaklardan, posterlerden, afişlerden, kitaplardan hatta kitap ayraçlardan terör örgütü yaratan bir zihniyet tarafından diri diri gömülmek isteniyorlar onlar da. Çünkü yaşamı, eşit ve özgür bir yaşamı savunuyorlar ve bunu savunan herkesi duvarların arkasına doldurmak istiyor iktidar.

KCK davasından gözaltına alınan ve tutuklanan binlerce insan da, Ergenekon davasından yargılanan yüzlerce insan da tutukluluğun bir cezalandırma mekanizmasına dönüştürülmüş olması nedeniyle cezaevlerine diri diri gömülmüş durumdalar. Yargılama sürecinin daha ne kadar süre devam edeceği ve bu sürecin ne kadarını cezaevinde geçirecekleri belli değil, bekleyecekler, bir karar çıkana kadar bekleyecekler ve ömürlerinden çalınan ayların ya da yılların hesabını kimseler vermeyecek.

Van’da tonlarca ağırlıktaki beton yığınlarının altına diri diri gömülen insanların hesabını da kimse vermeyecek. Malzemeden çalan müteahhit, imar izni veren devlet, projede görev alan mimar, mühendis vs. göstermelik olarak tutuklanan birkaç kişinin dışında, tıpkı daha önceki depremlerde olduğu gibi, kimse hesap vermeyecek ve bir sonraki depreme kadar meselenin üzeri örtülecek.

Van vesilesiyle, depremi ilahi adaletin tecellisi olarak görenlerin, ekranlarda “polise taş atarken iyiydi, görün gününüzü” diyenlerin, yardım kolilerine taş ve bayrak dolduranların insanlarla birlikte insanlığı da gömmüş olduklarını gördük. Peki, Yargıtay’ın 13 yaşındaki bir kız çocuğunun onlarca kişi tarafından istismar edilmesiyle ilgili olarak mahkemenin verdiği “cinsel ilişkiye kendi rızasıyla” girmiştir kararını onamasına ne demeli? Her yıl yüzlerce kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, tecavüze uğradığı, istismar edildiği bir ülkede Yargıtay vermiş olduğu bu kararla, ülkenin mezarı üzerine bir kürek toprak daha atmış olmayacak mı?

2010 yılının Nisan ayında bu köşede, istismara uğrayan kız çocuklarıyla ve erkeklerle konuştuğu gerekçesiyle dedesi ve babası tarafından diri diri gömülen Medine Memi ile ilgili bir yazı yazmıştım. O zamandan bu zamana değişen bir şey yok, o nedenle bu yazıyı da aynı şekilde bitirmek istiyorum, “kız çocukları” tabirini ise diri diri gömülen tüm insanları temsil ettiği için, değiştirme gerekliliği görmüyorum:

“Kuran’da, Tekvir suresinde, cahiliye devrinde kız çocuklarının diri diri gömülme geleneğine atıfla, kıyamet gününde yaşanacaklardan bahsedilirken denir ki “diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle gömüldüğü sorulduğunda…”

Kuran’ın ve İslam’ınki gibi değilse de, bizim de bir kıyamet günümüz, bir hesaplaşma saatimiz vardır.

Ve örgütlenmiş kötülük, ellerinde küreklerle kız çocuklarına mezarlar kazıyorsa,

Ve bu ülkeye giydirilen sağcılık isimli deli gömleği, en çok da kız çocuklarını boğuyorsa,

Ve bu ülke, kız çocuklarını, sözcüğün her anlamıyla, daha yaşarken gömüyorsa, bizim de o kız çocuklarına suçlarının ne olduğunu soracağımız günler, üstelik bu dünyada, gelecektir.

Sabahın bir sahibi varsa eğer, hesap er ya da geç sorulacaktır.”