"İktidar seçimlerin resmen yürürlükten kaldırılmadığı ama formaliteden ibaret hale geldiği, kendisinin devletle özdeşleştiği, muhalefetin de “makbul muhalefet” olmanın ötesine geçmediği bir aşamaya doğru adımlar atıyor, bunun altyapısını hazırlıyor."
Diploma, seçimsizleştirme ve sandığın sonu
Fatih Yaşlı
Söylediklerinin tersini yapıp yaptıklarının tersini söylemek ve kendinde olan bütün negatif özellikleri karşı tarafa aitmiş gibi göstermek bu iktidarın alamet-i farikalarından biri. Örneğin en son mezhepçi-katliamcı Colani rejimine sonsuz destek verirken Suriye’deki Alevi katliamından bahsedenleri mezhepçilikle suçluyor ve Türkiye’de mezhepçi siyasete izin vermeyeceklerini söylüyorlardı.
Bunu yıllar önce bir sosyal medya paylaşımımda “çok enteresan bir yalan söyleme tekniği icat ettiler, ne iseler, ne yapıyorlarsa, tam anti-tezini iddia ediyorlar” diye ifade etmeye çalışmıştım. Bu tekniğe uygun yüzlerce hadiseyi kaydettikten sonra bugün artık rahatlıkla söyleyebilirim ki bunun zirve noktasına İmamoğlu’na yönelik diploma soruşturmasıyla ulaşılmış olabilir, çıta şimdi öyle bir yere yükseltildi ki öyle kolay kolay aşılamaz.
Öyle ya, Türkiye’de yıllarca ve özellikle her seçim öncesi Erdoğan’ın diploması konuşulduktan sonra ve ortada hâlâ bir diploma bulunmadığı halde İmamoğlu’nun yatay geçiş yapması üzerinden diplomasının geçersiz olduğunun öne sürülmesi, gündem yapılması ve iptal edilmesi ihtimalinin de giderek yükselmesi, istense de kolaylıkla aşılabilecek bir eşik değil.
Yine de diploma tartışması meselenin sadece bir bölümünü ve iktidarın elindeki seçeneklerden birini oluşturuyor. Esenyurt ve Beşiktaş belediyelerine yönelik “yolsuzluk” operasyonları, kent uzlaşısı üzerinden yürütülen “terör” soruşturmaları, CHP kurultayına yönelik “şaibe” iddiaları, İmamoğlu’nun yakın çevresindeki isimlerin mal varlıklarının dondurulması, hatta Vedat Milor’un İBB’ye ait Kent Lokantası’nda yemek yediği için soruşturmaya uğraması ve son olarak İsmail Saymaz’ın başına gelenler… Hepsi tek bir operasyonel sürecin birbiriyle bağlantılı ayakları ve diploma tartışması da bu sürecin şu an için en güncel ayağı.
Sürecin nasıl sonuçlanacağına dair henüz kesin bir şey söyleyemiyoruz; örneğin 23 Mart’ta CHP’de yapılacak ön seçimden önce diplomanın iptal edilmesi mi söz konusu olacak yoksa atılacak adımların zamana yayılması gibi bir strateji izlenecek ve diploma meselesi soruşturmalara eşlik eden sopalardan biri olarak İmamoğlu’nun tepesinde sallanmaya devam mı edecek, onu yakın zamanda göreceğiz.
Bunun da ötesinde acaba İmamoğlu’nun önü diploma iptaliyle ya da siyasi yasakla kesilecek mi yoksa son derece yıpranmış ve muhalefetin ortak adayı olmaktan çıkartılmış bir şekilde seçime girmesine izin mi verilecek, bunu da henüz bilmiyoruz ve eğer 23’ünden önce diploma iptali gelmezse iktidarın da henüz ne yapacağına kesin bir karar vermediğini, seçenekleri değerlendirdiğini, konjonktürü kolladığını ve fayda-maliyet hesabı yapmaya devam ettiğini söyleyebileceğiz.
Her ne olursa olsun, AKP’nin rejim inşasında basamak atlamaya yöneldiği bir dönemin içerisine girmiş bulunuyoruz ve bu yönelimin özünü bir süredir benim “seçimsizleştirme” diye adlandırdığım şey oluşturuyor; yani iktidar seçimlerin resmen yürürlükten kaldırılmadığı ama formaliteden ibaret hale geldiği, kendisinin devletle özdeşleştiği, muhalefetin de “makbul muhalefet” olmanın ötesine geçmediği bir aşamaya doğru adımlar atıyor, bunun altyapısını hazırlıyor.
Türkiye’nin çoğu zaman asgari olmaktan öteye gitmeyen ve askeri darbelerle sıkça müdahalelere uğrayan burjuva demokrasinde bile seçimler ve sandık uzun yıllar boyunca ve genel olarak kutsal kabul edildi. Çok partili hayata geçildikten sonra 1950 yılında CHP sandıkta çıkan sonucu tanıdı ve 27 yıllık iktidarını barışçıl bir şekilde Demokrat Parti’ye devretti. O günden sonra da bazen seçimi kazanmak için kimi belden aşağı yöntemlere başvurulsa da hiçbir parti “ben seçim sonuçlarını tanımıyorum” demedi; yani kimse seçim sonuçlarına rağmen o koltukta oturmaya devam etmek gibi bir girişimde bulunmadı, kimse de seçimleri kaybettiği halde koltuğu zorla almaya dair bir tutum içerisinde olmadı.
Bu sandık ve seçim kutsamasının gerisindeki en önemli nedenlerden ikisi DP’den itibaren Türk sağının kendisini “milli irade”nin sesi olarak göstermeyi başarması ve seçimlerden çoğu zaman sağ partilerin birinci olarak çıkmasıydı. AKP de benzer bir şekilde ilk günden itibaren kendisini “milli irade” ile özdeşleştirdi ve 31 Mart seçimlerine kadar her seçimden birinci parti olarak çıkmayı başardı. Bu, sağ popülist siyasetin “lideri ve partiyi sandıkta millete onaylatma” yöntemine de uygundu; Erdoğan meşruiyetini ve yaptıklarını hep sandıkta onaylattı, sağ popülizme uygun bir şekilde bir yandan demokratik alanı daraltırken diğer yandan da demokrasiyle sandığı özdeşleştirdi ve inşa ettiği rejimin “demokratik” olduğu iddiasını bunun üzerine kurdu.
Ancak bu süreçte sandıkçılığın ve milli iradeciliğin sadece iktidarın işine yaradığı sürece yürürlükte olacağını gösteren ve bugünlere gelişin, yani “seçimsizleştirme”nin sinyalleri olarak okumamız gereken birtakım hadiseler yaşandı. Örneğin 2015 yılının haziran ayındaki genel seçimlerden birinci parti olarak çıkılmasına rağmen hükümeti kuracak çoğunluk sağlanamadığı için seçim sonuçları fiilen tanınmadı ve ülke kasım ayında bir kez daha seçime götürüldü. 7 Haziran-1 Kasım arasında ise Türkiye en karanlık ve en kanlı dönemlerinden birini yaşadı, resmi verilere göre tam 862 kişi bu süreçte yaşamını yitirdi.
Devamında 2017 referandumuna gelindi ve 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL kaldırılmadan yapılan bu referandumda kanunda açık hüküm bulunmasına rağmen YSK kararıyla mühürsüz oylar geçerli sayıldı ve iktidarın inşa ettiği rejimi anayasal statüye kavuşturacak bir şekilde “Türk tipi başkanlık sistemi”ne geçildi. Oylama akşamında yaptığı balkon konuşmasında Erdoğan “atı alan Üsküdar’ı geçti” diyerek olan biteni zımnen kabul edecek, ülkenin dört bir yanında kutlama adı altında havaya sıkılan kurşunlar ise sonuçlara yönelik cılız itirazları da sönümlendirecekti.
2019 İstanbul seçimleri de yine “seçimsizleştirme”ye doğru gidişatın kilometre taşlarından biriydi. İmamoğlu’nun açık bir şekilde kazandığı seçimler “hiçbir şey olmadıysa da bir şey oldu” denilerek iptal edildi ve İstanbul tekrar seçime götürüldü. Seçimi İmamoğlu tekrar kazandı ama iktidarın keyfi bir şekilde seçim iptal etmesine yönelik esastan bir itiraz hiçbir zaman geliştirilmedi, bunun ileride yaratacağı sonuçlar hiç düşünülmedi.
Ve işte bugün gelinen noktada tüm bunların işaret ettiği yerde, “seçimsizlik” halinin arifesindeyiz. Kendi yaptıkları anayasaya göre tekrar aday olamayan Erdoğan, bir yandan “barış” süreci de dâhil yeniden aday olmasının zeminini yaratırken diğer yandan da en önemli rakibini siyaseten tasfiye etmeye, karşısına çıkacak adayı kendisi belirlemeye çalışıyor.
Buradan varılacak yer ise geçtiğimiz haftalarda “ömrü vefa edene kadar konsepti” diye adlandırdığım şekilde Erdoğan’ın ölene kadar o koltukta oturması ve belki de sonrasında Erdoğan’ın işaret edeceği bir isimle rejimin varlığını devam ettirmesi olarak hedefleniyor. Yani Erdoğan sadece ölene kadar o koltukta oturmanın hesabını yapmıyor; o ve rejimin yöneticileri, Erdoğan sonrasında da rejimin kalıcılığı adına bugünden siyasi yatırımlar yapıyorlar.
Bu söylediklerim elbette ki iktidarın kafasındaki planı birebir hayata geçireceği ve başarıya ulaşacağı anlamına gelmez, neticeyi eninde sonunda güç ilişkileri ve hem içerideki hem dışarıdaki gelişmeler belirleyecektir. İktidarı avantajlı kılan şey ise bu gidişatı durduracak esas aktörün, yani halkın sahnede yer almaması, tüm bu olan biteni belki öfkeyle ama tepkisiz bir şekilde izlemesidir. Düzen siyaseti sadece iktidarıyla değil muhalefetiyle de sokağı kriminalize etmiş, halkı aktör olmaktan çıkarmıştır ve olup biten her şeye rağmen bugün muhalefet halkı sahneye davet etmekten halen çekinmektedir. Oysa iktidar sokaktan sonra sandığı da bitirmeye çalışmakta ve seçimler eliyle iktidarın değiştirilmesini fiilen imkânsızlaştırmanın planlarını yapmaktadır. Demek ki sadece sandığın ve seçimlerin korunması için bile esas aktörün, yani halkın denkleme dâhil olması, gidişata müdahale etmesi gerekmektedir. Sandığın sadece seçim günü korunması devri çoktan kapanmıştır; sandığı bugün artık sadece halkın iradesi ve bu irade doğrultusunda daha şimdiden edeceği müdahaleler koruyabilir.
soL'un notu: İstanbul Üniversitesi'nin Ekrem İmamoğlu'nun diplomasını iptalinden sonra yayınlanan bu yazı, yazarımız tarafından iptal kararı öncesinde kaleme alınmıştır.