Fatih Yaşlı

"Bugün seçme seçilme hakkımıza, yani siyaset yapma hakkımıza yönelik seçimsizleştirme saldırısıyla, ekmeğimize ve emeğimize yönelik saldırı arasında doğrudan bir ilişki var."

Azınlığın despotizmi, halk iradesi, yurttaşlık mücadelesi 

Fatih Yaşlı

Yurttaşlık Antik Yunan’dan bugüne asla basitçe aynı yurt üzerinde yaşamaktan ibaret olmadı; esas mesele seçme ve seçilme, yani siyasal yönetime katılma hakkıydı, dolayısıyla yurttaş olmak siyaset yapma hakkıyla ilgiliydi, yurttaş siyaset yapma hakkına sahip olan kişi demekti.  

Egemen sınıflar bu hakkı hep mülkiyetle ilişkilendirdiler; ancak mülk sahipleri, yani kendileri siyaset yapma hakkına sahip olabilir, ancak onlar yönetebilirdi ve bu hak hep onların tekelinde kalmalıydı; mülksüz sınıflar ise bu hakka sahip olmak için binlerce yıl boyunca mücadele ettiler ve önemli kazanımlar elde ettiler. 

Yani bugün seçme-seçilme, siyasal yönetime katılma hakkının ötesine geçip sosyal hakları da kapsayan yurttaşlığın kendisi de sınıf mücadelelerin bir neticesiydi ve halen de yurttaşlık, olmuş bitmiş, tamamlanmış bir şey değil, yurttaş olmak üzerine verilen mücadele iki taraf açısından da devam ediyor. 

Geçtiğimiz günlerde iktidar tetikçilerinden biri, TRT’nin boykotu destekleyen oyuncuları işten çıkarmasına tepki gösteren yurttaşlar için “onlar vatandaş değil azınlık, onların dediklerinin bir önemi yok” diyordu. 

Yıllarca “vesayetçiler, elitler, milli irade düşmanları vs.” diye feryat ettikten sonra İslamcıların 22 yılın sonunda memleketin en az yarısını yurttaş olarak kabul etmeme noktasına gelmeleri elbette ki ibretlik. 

İslamcılar bir tür iç sömürge muamelesi yaptıkları bu topraklarda, çoktan azınlığa düşmüş olmalarına rağmen, deliliği andıran bir güç zehirlenmesiyle karşılarındaki milyonları kolaylıkla yurttaşlığın dışına atmaya kalkışabiliyor, onların en temel siyasi hakları olan seçme seçilme hakkını gasp etmeye kalkışmada herhangi bir beis görmüyorlar. 

Türk sağı Demokrat Parti’nin 1946’daki “Yeter söz milletindir” sloganıyla girdiği seçimden beri, kendisini milletin ve milli değerlerin asli temsilcisi olarak sundu, “milli irade”nin kendisinde cisimleştiği yönündeki anlayışı da yerleştirmeyi başardı, kendilerine oy vermeyenler ise tıpkı bugün olduğu gibi milli iradenin dışındaydılar. 

Bunun gerisinde esas olarak sandıkta kazanılan başarı vardı; Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi güçlerini çoğunlukçuluktan aldılar; çoğunluğun desteğinin, yani milli iradenin kendilerine her şeyi yapma hakkı verdiğine inandılar.

Ancak meselenin bir de diğer tarafı vardı. DP, üniversite gençliği sokağa çıktığında eylemleri şiddetli bir şekilde bastırdı, basına sansür getirdi, muhalefetin seçim ittifakı yapmasını zorlaştıran yasal düzenlemeler yaptı, Tahkikat Komisyonu’nu, Vatan Cephesi’ni kurdu. Yani Menderes de tıpkı bugünküler gibi halkın bir bölümünün yurttaşlık haklarını kimi zaman resmen kimi zaman fiilen gasp ederek “seçimle gitmeme”ye oynadı ve bunun neticesi olarak “seçimsiz” gönderildi.

Demirel de siyasi hayatı boyunca hep milli iradeden bahsetti ama örneğin kendisini iktidardan indirmiş olmalarına rağmen, 12 Mart darbecilerinin yaptığı ve temel ve hak özgürlükleri kısıtlayan anayasa değişikliklerine en büyük desteği verdi. 1965-80 arası başka bir “irade”, yani toplumsal uyanışın bir sonucu olan “halk iradesi” ortaya çıkarken, temel görevi o iradenin önünü kesmekti. Hayatının sonuna kadar ilericiliğin, bağımsızlığın, laikliğin karşısında, sermayenin çıkarları adına “ılımlı” diyebileceğimiz bir gericiliği temsil etti.

Özal zaten darbeciliğin tam merkezindeydi; 12 Eylül’e giderken alınan halk ve emek düşmanı 24 Ocak Kararları’nın mimarı da oydu, darbe sonrasının ekonomi yönetiminin tepesindeki isim de. Faşizan 1982 Anayasası ile hiç derdi olmadı, işkencelere, idamlara, infazlara hiç karşı çıkmadı, demokratlığı ise Hasan Cemal’lerin, Ertuğrul Özkök’lerin övgüsüne mazhar olacak şekilde şortla askeri birlik denetlemekten ibaretti. 

Ve şimdi bugün Türk sağının mirasını devralan iktidar partisi, kendisinden öncekilerin kısmen denedikleri bir şeyi tamamına erdirmeyi, seçme seçilme hakkını fiilen ortadan kaldırmayı ve böylelikle milyonların siyasal alanın dışında bırakılacakları, yani yurttaşlıktan dışlanacakları bir rejimi inşa etmeye çalışıyor.

Ancak yurttaşlığa yönelik saldırıyı sadece buraya indirgeyemeyiz; bu saldırının ekonomi-politik temelleri var ve olan biteni anlayabilmek için buraya bakmak, buraya odaklanmak gerekiyor. 

Geçtiğimiz günlerde Forbes dergisi dünya milyarderler listesini yayınladı ve bu listeye Türkiye’den 35 kişi girdi. Bu 35 kişinin toplam serveti 79,5 milyar dolar ve bu servet Türkiye’nin en yoksul yüzde 50’lik kesiminin, yani 42,5 milyon kişinin toplam servetinin neredeyse üç katına tekabül ediyor. 

Böylesine korkunç bir gelir dağılımı adaletsizliğinin yaşandığı yerde, 35 kişinin 42,5 milyon insanın üç katı servete sahip olduğu bir ülkede yurttaşlıktan bahsetmek mümkün olabilir mi peki? 

Bugün tek tek hepimiz, şirketlerin, holdinglerin, tekellerin egemenliği adına yurttaşlıktan çıkarılıp köleleştiriliyoruz. Sadece düşük ücretlerle ve çalışma koşullarıyla değil; ödediğimiz vergilerle, özelleştirmelerle, elektrik ve doğalgaz faturalarıyla da köle, parya muamelesi görüyoruz. 

Elektrik faturalarına yapılan son zamla birlikte gördük ki, cebimizden çıkan her 100 liralık elektrik bedelinin yüzde 70’i elektrik dağıtım şirketlerine gidiyor. Kamunun parasıyla kurulan elektrik santralleri, döşenen hatlar, dikilen direkler, hepsi üç kuruşa özelleştirildikten sonra şimdi bunları devralan şirketler halkı haraca kesiyor, faturalar soygun düzeninin delili olarak karşımızda duruyor. 

Antik Yunan’dan 2025 Türkiye’sine uzanan yüzlerce yılın sonunda hâlâ aynı kavgayı veriyoruz. Eğer siyaset ekmeği nasıl bölüşeceğimiz sorusuna verilen yanıtsa ve yurttaşlık da siyaset yapma hakkıysa, bugün bizden ekmeğimizin neden küçüldüğü ve o ekmeği daha adil bir şekilde nasıl bölüşeceğimiz sorularını sormamız istenmiyor.

Bugün milyonlar temel yurttaşlık hakları ellerinden alınırken, sussun, ses çıkarmasın, isyan etmesin diye 300 civarında genç birer siyasi rehine misali cezaevlerinde tutuluyor, dışarıdakilere ibret olsun diye zulme maruz bırakılıyor.  

Tam da bu nedenle, yeniden yurttaş olmaya dair bir irade, bir halk iradesi geliştirmeliyiz. Halk, pelteleşmiş bir yığın, amaçsız, hedefsiz bir kitle demek değildir. Halk, dışlandığı siyaset alanına dönmek ve o alanı kendisi lehine genişletmek istemeye dair bir oluş sürecidir. Mücadele ettikçe halk olunur, halk iradesi büyüdükçe yurttaşlık üzerine verdiğimiz kavga büyür.

Bugün seçme seçilme hakkımıza, yani siyaset yapma hakkımıza yönelik seçimsizleştirme saldırısıyla, ekmeğimize ve emeğimize yönelik saldırı arasında doğrudan bir ilişki var. Tam da bu nedenle azınlıkçı milli irade despotizminin karşısına, halk olmaya, yurttaşa olmaya dair bir iradeyle çıkmamız gerekiyor. 

Bu irade çoğunluğun çıkarlarını azınlığın karşısında, halkın çıkarlarını holdinglerin, tekellerin çıkarları karşısında savunma iradesidir, bu irade halkın ekmeğini yine halkın adil, eşit ve kardeşçe bölüşme iradesidir. Ya bu irade kazanır ya da despotizmin karanlığı daha da koyulaşarak yoluna devam eder.