Adını Koyalım: İç Savaş

Adını koyalım: Bu bir iç savaştır. İç savaştır çünkü devletin polisinin ve savcısının, devletin ordusuna ait merkezi önemdeki bir karargâhı basıp günlerdir arama yapmasını siyaset biliminde iç savaştan başka bir terimle tarif etmemiz mümkün değildir.

Bu bir iç savaştır ama tarafları iddia edildiği üzere Türkiye’yi sivilleştirmeyi amaçlayan özgürlükçü muhafazakârlarla buna direnen Kemalist/ceberut devlet değildir. Bir tarafta AKP/cemaat ile askerin kurmay kademesinden oluşan ve Amerikancılık/Atlantikçilik üst kimliğinde mutabakata varan, üstelik sermaye tarafından da desteklenen bir blok, yani devlet aygıtının neredeyse tamamı vardır.

Öte yanda ise 90’ların sonunda şekillenen neo-Kemalist paradigmayı sahiplenen, Türkiye’yi Avrasyacılık doğrultusunda Atlantik/NATO ekseninin dışına taşımayı söylemsel düzeyde de olsa amaçlayan ve devlet aygıtı içerisinde sahip olduğu mevzileri neredeyse bütünüyle yitirmiş asker ve sivil bürokratlarla yargının bir bölümünden müteşekkil bir blok bulunmaktadır.

İlginç olan, bu son iç savaşın başka bir iç savaşın devamı niteliğinde olmasıdır. Geçmişte Atlantikçilik ekseninde bir sol ve Kürt düşmanlığı üzerinden mutabakat sağlamayı başarabilmiş olanlar, yani devletle Türk sağı, bugün neo-Atlantikçilik olarak adlandırabileceğimiz yeni bir mutabakatın içindedir.

AKP’nin iktidara gelişinin ardından Yalçın Akdoğan’a yazdırılan ve AKP’nin ideolojik haritasını oluşturan “Muhafazakâr Demokrasi” isimli kitabın temel argümanının uzlaşma olması bu bağlamda şaşırtıcı değildir. Türk sağ geleneğini bünyesinde sentezleyen AKP, hem sermaye ile hem de askeri-sivil bürokrasiyle uzlaşmayı siyasal bir hedef olarak önüne koymuş ve bu hedefine de ulaşmıştır. Uzlaşmanın başlıkları ise neo-liberal politikalardan vazgeçilmemesi, Avrupa Birliği üyelik sürecinin derinleştirilmesi ve ABD ile olan müttefik ilişkilerinin boyutlandırılmasıdır.

O halde diyebiliriz ki, mutabakat Türkiye’nin küresel sisteme entegrasyonunun tamamlanması üzerine kuruludur ve o halde diyebiliriz ki uzlaşma içeride piyasacı ve gerici ve dışarıda ise Atlantikçi ve anti-Avrasyacı bir karakter taşımaktadır.

Mutabakatın Türkiye’si NATO’da aktif gören yapan, IMF ile stand-by imzalamaksızın da IMF politikalarını devam ettirebilen, İslam Konferansı üyesi ve aynı zamanda Avrupa Birliği adayı olan bir ülke niteliği taşımak zorundadır aksi, mutabakatın tarafları açısından da mutabakatın kendisini var edebildiği emperyalist zemin açısından da söz konusu dahi değildir.

Mutabakatın Türkiye’sinde yurttaşlık kavramına, örgütlü siyasete, sendikaya ve hak mücadelesine yer yoktur. İktidar, kapsayabileceğinin dışındaki her türlü potansiyel muhalefet hareketine karşı tahammülsüzdür. Emekçiler, Kemalistler, Kürtler ya da Aleviler ancak ve ancak liberalizmle muhafazakârlık tarafından koordinatları belirlenen bir ideolojik harita içerisinden kendilerini var edebilirler, aksi yok edilmeleri anlamına gelmektedir.

Demek ki, birbirinden ayrı gibi duran gelişmeler ve süreçler birbiriyle ilişkilendirilmediği sürece doğru bir şekilde anlaşılamazlar.

Demek ki Yeni Sol Parti girişimiyle, KCK’ya yönelik operasyon, Alevi açılımıyla, Ergenekon Operasyonu birbirinden ayrıştırılamaz gelişmeler olup aynı sürecin, yeni bir rejim inşası için yürütülen iç savaş sürecinin birer parçasıdırlar.

Demek ki, Ahmet Türk’ün liberal ve muhafazakâr aydınlarla Taraf’ta buluşmasının, Ufuk Uras’ın katılımıyla BDP’nin mecliste grup kurmasının, İçişleri Bakanı’nın PKK’nın tasfiyesi için kurulan üçlü mekanizma toplantısına katılmasının ve ardından KCK operasyonunun başlamasının, polise ağır silah alım yetkisi veren yasal düzenlemenin, Arınç’a suikast iddialarının ve Emniyet’in Seferberlik Tetkik Başkanlığı’na düzenlediği baskının geçtiğimiz üç beş gün içerisinde gerçekleşmiş olması bir tesadüf değildir.

İç savaş sürmektedir ve gelinen nokta geçmişte Gladio’nun Türkiye ayağı olarak görev yapmış ama sonradan lağvedilip Özel Kuvvetler Komutanlığı’na dönüştürülmüş bir birime yönelik tasfiye operasyonudur. “Aynı birimin mensuplarının başına 4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta ABD tarafından çuval geçirilmesi bir tesadüf müdür” sorusu ise meşru bir soru olarak ortadadır.

“Bu operasyonu düzenleyen güçle, Kürt siyasetçilere plastik kelepçe takıp sonra da kelepçeli görüntüleri basına servis eden gücün aynı olması bir tesadüf müdür” sorusu da en az yukarıdaki soru kadar meşrudur.

Adını koyalım: Bu bir iç savaştır ve yeni rejimin unsurları, eski rejimin devlet aygıtı içerisindeki son unsurlarını da temizlemek ve DTP’den ılımlı bir Kürt partisi çıkarmak üzere düğmeye basmışlardır. “KCK operasyonları durmasa Tokat’taki saldırı olmazdı” diyen Önder Aytaç’la, “bize yeni bir Nizam-ı Cedit lazım” diyen Mümtaz’er Türköne’nin çağrıları karşılıksız kalmamıştır.

Oral Çalışlar gibileri “sivilleşiyoruz” minvalinde yazılar yazabilirler oysa söz konusu olan Erdoğan’ın deyimiyle sigortasının polis olduğu yeni bir rejimin inşasıdır ve iç savaş ancak o rejim kendisini bütünüyle kurabildiğinde bitecektir.

Bütün savaşları bitirecek son bir savaş mı? Mümkün olup olamayacağını Türk ve Kürt emekçileri birlikte belirleyecektir.