Fatih Yaşlı

"Türkiye halkı 22 yılın sonunda piyasacılıkla dinciliğin ölümcül sentezine kolay kolay teslim olmayacağını sokaklarda bir kez daha gösterdi. Şimdi sıra bu direngen tavrın politize edilmesinde, sola çekilmesinde."

31 Mart seçimlerinden 19 Mart seçimsizleştirme operasyonuna

Fatih Yaşlı

Türkiye tarihinde 31 Mart 2024 yerel seçimleri kadar derin bir kırılma yarattığı halde sadece bir yıl içerisinde sonuçları unutulan başka bir seçim var mıdır acaba? 

Evet, 31 Mart yerel seçimleri derin bir kırılmaydı; çünkü o seçimlerde AKP girdiği bir seçimi ilk kez kazanamadı, 2019’da kaybettiği belediyelere yenileri eklendi, büyük şehirlerdeki oyları daralmaya devam etti, gençlerin öncelikli tercihi olmadığını gördü.

31 Mart seçimlerinde halkın sandığa gidip Türkiye haritasını kırmızıya boyamasının nedeni CHP’nin çalışkanlığı, vaatleri ya da seçim stratejisi değildi; halk sandığa gidip 2023 cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası yürürlüğe konulan Şimşek programını cezalandırdı, kemer sıkma politikalarına ve onun sonucu olan yoksulluğa sandıkta itiraz etti.

Normal şartlarda ya da eski Türkiye’de bu seçimlerden çıkacak sonuç ülkenin hızla erken seçime götürülmesi olurdu. Seçimlerden birinci parti olarak çıkan CHP’ye düşen görev iktidarın seçimle birlikte gözle görülür hale gelen meşruiyet krizini derinleştirmek ve halkın önüne sandığın konulmasını sağlamaktı.

Oysa tam tersi bir yol tercih edildi ve “normalleşme/yumuşama” adı altında iktidara yeni bir oyun kurması için alan açıldı, zaman tanındı. İktidar da o oyunu adım adım kurdu; Öcalan’ın Bahçeli aracılığıyla Meclis kürsüsüne davet edilmesinden yargı sopasının siyasi yelpazenin hemen her kesimindeki insana sallanmasına, hepsi bu oyunun bir parçasıydı.

Oyunun adı “seçimsizleştirme”ydi. Rejim, sandığın resmi olarak ortadan kaldırılmadığı ama seçimlerin bir formaliteden ibaret hale geldiği yeni bir aşamaya geçmek istedi; bu sürecin zirve noktası da İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve ardından tutuklanması oldu.

Sürecin devamında gerçekleşmesi muhtemel iki şey ise şimdilik kâğıt üzerinde kaldı; belki tekrar denenecektir ama şu an için İstanbul Belediyesi’ne kayyım atanamadı ve CHP kurultayı iptal edilemedi. Bunun nedeni ise denkleme öngörülemeyen faktörlerin dâhil olmasıydı: Yani ekonominin ve halkın. 

İmamoğlu’nun gözaltına alındığı günün sabahında yaklaşık bir buçuk yıldır sabit tutulmaya/değer kazanması engellenmeye çalışılan dolar kuru fırladı; çünkü yabancı yatırımcılar ellerindeki Türk Lirası cinsinden varlıkları satıp dolara geçtiler, bu da kurları fırlattı. 

Buna müdahale için ise Merkez Bankası sadece üç günde 25 milyar dolar civarında rezerv harcadı; böylece zor da olsa doların fiyatı belli bir seviyede tutulabildi. Ancak yıkım son derece ağır oldu; örneğin Berat Albayrak’ın bakanlığı döneminde 128 milyar dolar arka kapıdan satılmış ama bu yaklaşık 20 aya yayılacak bir şekilde gerçekleşmişti. Şimdi ise sadece 3 günde 25 milyar dolarlık rezerv eritmeye mecbur kalınmıştı. 

Geçerken not edelim; sermayenin kaçışının “demokrasi aşkı”yla ya da “otoriterlik düşmanlığı”yla alakası yoktu; mesele öngörülemezlikti, sermaye otoriter rejimleri değil öngörülemeyen, şirazeyi kaydıran rejimleri sevmez, burada da aynısı oldu, sermaye parasının başına bir şeyler gelme ihtimalini görüp kaçmaya çalıştı.

Ekonomiyle birlikte denkleme dâhil olan ikinci unsur ise başını gençlerin çektiği halk kitleleriydi. Gençlik 19 Mart günü polis barikatını yıkıp geçtiğinde bir dönemin kapanıp bir dönemin açılışının da müjdesini veriyordu. Gezi sonrası Kılıçdaroğlu CHP’sinin de büyük katkılarıyla siyasete kapatılan sokak o barikatın aşılmasıyla tekrar açılacak, dahası yıllardır apolitikleştirme operasyonuna maruz kalan gençlik ve üniversite yeniden politize olacaktı.

Gençliğin ve halkın sokağı tekrar siyasete açmasındaki esas faktör de aslında ekonomi ve Şimşek programıydı. Kitlelerin sokağa çıkışını seçme seçilme hakkına yönelik saldırı, “seçimsizleştirme” süreci ateşledi ama bunun gerisinde yıllardır devam eden bir öfke birikimi vardı. 

Sokaktaki gençlerin tamamına yakını emekçi çocuklarıydı ve hem yoksulluğu hem geleceksizliği derinden hissediyorlardı. Mezun olduklarında uzun süre iş bulamayacaklarının da bulsalar bile asgari ücret civarındaki bir gelirle yaşamaya mahkûm edileceklerinin de farkındaydılar. 

Sokağın ve üniversitenin yeniden politik mekânlar haline gelişine iktidarın bulduğu çözüm hem yüzlerce öğrenciyi tutuklamak hem de idari tatil ilan edip üniversiteleri dokuz günlüğüne kapatmak ve böylece öğrencilerin ailelerinin yanına gitmesini sağlamak oldu.

Bayram tatili bittiğinde hem seçimsizleştirme sürecinin hem de öğrenci hareketinin ve sokağın nereye doğru evrileceğini hep beraber göreceğiz; ancak verilen bayram arasında sosyal medya üzerinden örgütlenen bir politik eylem var: boykot. 

Sadece Özgür Özel’in açıkladığı listedekiler değil; gençler kendi yanlarında durmayan herkese hak ettikleri cevabı vermek için bir oyayı işler gibi incelikli bir şekilde boykotu örgütlüyorlar. Bu yazının yayınlandığı gün, yani 2 Nisan’da ise hayatı etkileyecek ölçüdeki genel bir tüketim boykotunun hayata geçmesi için çabalıyorlar.  

Boykot, kitlelerin ekonomik güçlerini bir silah olarak kullanabileceklerini öğrenmeleri açısından son derece önemli ama bu işin sadece tüketim boyutu ve esas ihtiyaç duyulan şey üretimden gelen gücün kullanılması, yani büyük grev dalgaları, büyük iş bırakmalar.  

Bunun için Türkiye’de nesnel bir zemin yok, güçlü sendikalar yandaş, muhalif sendikalar ise zayıf; dolayısıyla sendikaların grev çağrısı yapmalarının herhangi bir karşılığı bulunmuyor, ancak tıpkı boykotlar gibi grevler ve iş bırakmalar da zamanla toplumun bizzat kendisi tarafından örgütlenebilir, hayata geçirilebilir. 

Şu an sokakta bir sınıf hareketi yok ama hareketin karakteri sınıfsal; çünkü genç yoksulluğunun ve genç işsizliğinin damgasını vurduğu bir konjonktürün ürünü. Gençler, henüz sistematize edemeseler de yaşayamadıkları hayatın da yitirdikleri geleceğin de sınıfsal olduğunu adeta içgüdüsel bir şekilde biliyorlar.

Bu genç kitlenin başını devrimci öğrenciler çekse de kitlelerin dört başı mamur herhangi bir politik bilinçle hareket ettiğini söylemek mümkün değil, ortada şimdilik sadece bir tepkisellik var. Ezici bir çoğunluk kendisini sağda ya da solda konumlandırmadığını Atatürkçü olduğunu söylüyor. Zafer Partisi’nden etkilenmiş muhalif Türkçü gençlerin de önemlice bir bölümünün kafası karışık; aynı anda bozkurt işareti yapıp “faşizme karşı karşı omuza” diye slogan atabiliyorlar ve çoğu sokağın dönüştürücü gücüne açık. 

Sokaktaki kitle genel itibariyle bağımsızlıkçı, aydınlanmacı, yüzü çağdaşlığa dönük, laik bir toplam; emperyalist merkezlerden medet ummadıkları gibi iktidarın arkasındaki Batı desteğini de görebiliyorlar, yine adeta içgüdüsel bir şekilde sermayenin de kendilerine düşman olduğunu, sermayeyi de karşılarına almaları gerektiğini yavaş yavaş fark ediyorlar.

Halk iradesinin gasp edilmesi girişimiyle Türkiye’nin sömürü düzeni arasındaki ilişkinin fark edilmesi, emeğin sömürüsüyle din istismarı arasındaki bağlantının anlaşılması, kamucu-halkçı bir ekonomi modeli arayışı, eşit, adil, özgür bir toplum talebi…

Türkiye halkı 22 yılın sonunda piyasacılıkla dinciliğin ölümcül sentezine kolay kolay teslim olmayacağını sokaklarda bir kez daha gösterdi. Şimdi sıra bu direngen tavrın politize edilmesinde, sola çekilmesinde. Türkiye'nin bir sol müdahaleye ihtiyacı var ve bu müdahale etme görevini hakkıyla yerine getirmemiz gerekiyor.