Fatih Yaşlı

''Halkı siyasete dahil edebilecek bir stratejiye ihtiyacı var. Laiklik, bağımsızlık, aydınlanma, antiemperyalizm gibi başlıklarla güçlendirilecek bu strateji tek seçenek.''

2024: Bir durum değerlendirmesi 

Fatih Yaşlı

Türkiye 2024 yılına derinleşen ve yaygınlaşan bir yoksullaşma tablosuyla girdi. 7 ay önce yapılan 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinin ardından ekonominin yönetimi Mehmet Şimşek’e teslim edilmiş, o da “enflasyonla mücadele” programını başlatmıştı. Ancak Şimşek’in iş başına geldiği gün yüzde 39 seviyelerinde olan resmi enflasyon 2024 yılının Ocak ayında 64,8’e, yerel seçimlerin yapılacağı Mart’ta ise 68,5’e yükselmiş ve neredeyse ikiye katlanmıştı. 

Verilerle oynandığı halde yüzde 70’lere doğru çıkan ve gerçekte çok daha yüksek olan enflasyon, emek hariç her şeyin fiyatının uçması anlamına geliyordu. Yani her şey zamlanırken ücretler, maaşlar aynı oranda zamlanmıyor ve halkın alım gücü reel olarak düşüyordu. Bu ise daha çok yoksullaşma, daha çok sefalet demekti.

Bu durum kaçınılmaz bir şekilde 31 Mart yerel seçimlerine yansıdı ve AKP 22 yıllık tarihi boyunca ilk kez bir seçimden ikinci parti olarak çıktı, CHP ise SHP ile kazanılan 1989 yerel seçimlerini saymazsak 1977’den beri ilk kez bir seçimde birinci parti oldu. Halk sandığa gitmiş ve kendisini planlı, programlı bir şekilde yoksullaştıran Şimşek programına ve onun arkasındaki iktidara faturayı kesmiş, 22 yılın en büyük uyarısında bulunmuştu. 

31 Mart seçim sonuçları, eğer doğru bir şekilde kullanılabilse ve iktidar bunun üzerinden sıkıştırılabilse ülke kolaylıkla bir erken seçim konjonktürüne sokulabilir ve belki de 2025 bir seçim yılı olabilirdi. Ancak CHP bunun yerine gayet bilinçli bir şekilde “normalleşme” ya da “yumuşama” dönemi denilen süreci başlattı ve iktidarı içerisine düşmekte olduğu hegemonya bunalımından çıkaracak bir adım atmış oldu. İlk aylardaki birkaç butik mitingi saymazsak, Şimşek programına yönelik büyük öfke bütünlüklü bir stratejiyle toplumsal muhalefet dinamiklerini harekete geçirmek ve siyaseti kürsülerin dışına taşıyıp halkla buluşturmak için kullanılmadı; bilakis bile isteye sönümlendirildi ve pasifize edildi. 

Bu şekilde geçen ve araya bir de yaz mevsiminin rehavetinin girdiği altı ayın ardından, TBMM’nin açıldığı gün olan 1 Ekim’de iktidarın kurduğu yeni oyunun ilk ipucu geldi. CHP Cumhurbaşkanı’nı ayakta karşılayıp karşılamama tartışması yapadururken, Devlet Bahçeli gidip DEM Parti’li milletvekilleriyle tokalaştı ve bunun basit bir nezaket jesti olmadığını, Erdoğan’ın çağrısı üzerine gerçekleştiğini söyledi. Zaten Erdoğan da bir süredir “iç cephe” söylemini devreye sokmuş ve “iç cepheyi sağlam tutmak”tan söz etmeye başlamıştı. 

Oyunun mahiyetinin ne olduğu ise önümüzdeki günlerde anlaşılacak ve Bahçeli el yükseltip Öcalan’ı Meclis’te DEM Parti grubuna hitap ederek PKK’ye silah bırakma çağrısı yapmaya davet edecekti. O çağrıdan sonra Öcalan’ın üzerindeki yıllar devam eden tecrit kısmen gevşeyecek ve yeğeni, DEM Parti milletvekili Ömer Öcalan İmralı’ya bir ziyaret gerçekleştirecekti. Bu yazının yazıldığı günlerde ise DEM Parti’den bir heyetin Öcalan’a ziyarette bulunacağı büyük ölçüde kesinleşmiş durumdaydı. 

İktidar cenahından böyle bir adımın atılmasının gerisindeki temel motivasyon unsuru şüphesiz ki 31 Mart’ta alınan ağır yenilgiyle işaretlerini veren hegemonya bunalımına bir çözüm bulmak ve Erdoğan’ın ömrü vefa ettiği sürece iktidarda kalmasını sağlamaktı. Bunun için ise Erdoğan’ın Kürt sorununu çözen/PKK’ye silah bıraktıran, Kürtlerle beraber yeni bir anayasa yapan vb. birtakım yeni unvanlara sahip olması gerekiyordu. 

Ancak Kürt sorunu bölgesel ve uluslararası bir mesele olduğu için, Bahçeli’nin çıkışının bölgesel ve uluslararası boyutları da vardı. 2023 yılı 7 Ekim’inde gerçekleşen Aksa Tufanı saldırısı sonrası İsrail Gazze’de büyük bir soykırım başlatmış, 2024 yılı boyunca devam eden bu yıkıcı savaşa tam bir yıl sonra, 8 Ekim’de Lübnan cephesinin açılışı eklenmişti. Tüm bunlar ise Kürt sorunu da dahil olmak üzere bölgedeki bütün denklemin yeniden belirlenmesini beraberinde getirecekti. 

Yaklaşık bir buçuk ay süren bu savaşın hemen öncesinde İsrail Hizbullah lideri Nasrallah’ı ve örgütün komuta kademesinin önemli isimlerini öldürmeyi başarmıştı; ancak tıpkı 2006’da olduğu gibi kara savaşında istediği sonucu alamayacak ve ABD ile Fransa’nın zorlamasıyla bir ateşkese razı olacaktı. 

Lübnan’da ateşkesin imzalandığı gün Netanyahu’nun Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı tehdit etmesini ilk başta kimse anlamamıştı ama daha 24 saat geçmeden bu tehdidin gerisinde neyin olduğu görüldü. Halep’e saldıran cihatçılar en ufak bir direnişle karşılaşmaksızın saatler içerisinde Halep’i ele geçirdiler, Şam’ın düşüşü ve BAAS iktidarının sona erişi ise yine son derece hızlı olacak, tüm bu gelişmeler sadece bir haftaya sığacaktı. 

Esad’ın devrilmesi elbette ki Türkiye’nin tek başına gerçekleştirdiği bir operasyon değildi ama yeni-Osmanlıcı iktidar 10 yılı aşkın bir süredir bu hedefin peşinde koşuyordu ve bunun için elinden gelen her şeyi yapmıştı, dolayısıyla pastaya ortak olabilirdi. Kalın bunun için Emevi Cami’nde namaz kıldı, Fidan bunun için Kasyun Dağı’nda Şam manzarasına karşı çay içti; her ikisinin yanında dünün terör örgütü lideri, bugünün fiili devlet başkanı Culani’nin olması ise bir tesadüf değildi.

İktidar Esad’ın devrilmesini iç kamuoyuna kendisinin kazandığı bir zafer olarak sunmakta saniye gecikmedi ve 31 Mart seçimleri sonrası ortaya çıkan tablonun tersyüz edilmesi operasyonu büyük ölçüde tamamlandı. Bu sürece önce “normalleşme” ile katkı koyan CHP, Suriye’nin düşüşü sırasında da benzer bir pozisyonu üstlendi ve birtakım eleştirel söylemlere rağmen bir kez daha iktidarla aynı yere hizalandı. 

Şimdi sırada Öcalan’la görüşme, onun kamuoyuna yapacağı açıklamalar, PKK’ye ilan ettirilmesi planlanan süresiz ateşkes ve Fırat’ın doğusuna sıkıştırılan PYD/YPG’ye ABD’nin çerçevesini çizeceği sınırlar içerisinde düzenlenecek bir operasyonla oluşturulacak tampon bölge var. Yani iktidar, uluslararası konjonktürün de yardımıyla Kürt sorununu Kürt hareketine boyun eğdirerek çözme peşinde. Bütün yatırımını emperyalizmin bölgesel çıkarlarına göre yapmış olan Kürt hareketi ise oyun alanının giderek daraldığının farkında. Bu nedenle de 2025 Kürt sorununda önümüzdeki beş on seneyi etkileyecek gelişmelerin yaşanacağı bir yıl olarak karşımıza çıkacak.

Kuşkusuz iktidarın dışarıda ve Kürt sorunu başlığında atacağı her adımda ABD’de Trump’ın iş başına gelişi öncelikli faktör olarak dikkate alınacak. Her ne kadar iktidar çevreleri Biden yerine Trump’ı tercih etse de ve Erdoğan da Trump’la daha kolay iletişim kuracağını düşünse de geçmişte Rahip Brunson ve Suriye’ye operasyon başlıklarında taraflar karşı karşıya geldiğinde Trump’ın nasıl yıkıcı bir tutum sergilediğini biliyoruz. Dolayısıyla Türkiye-ABD ilişkileri Biden dönemine göre daha iyi bir seyir izleyecek ama ani gerilim ve kırılmalara da açık olacak. 

Trump’ın Ukrayna savaşını bitirip bitirmeyeceği, buna Demokratlar’ın ve Pentagon’un itiraz edip etmeyeceği ve Rusya’nın vereceği yanıt da yine Türkiye’nin dış politikası ve özellikle Rusya’yla/Putin’le ilişkilerin seyrini belirleyecek. Erdoğan Suriye başlığında ABD ve İngiltere ile birlikte Rusya’ya/Putin’e büyük bir kazık attı ve Rusya’nın küresel güç iddiaları bir anda sönümleniverdi. Türkiye-Rusya ve Erdoğan-Putin ilişkilerinde bunun nasıl bir etkisi olduğunu da yine ilerleyen süreçte göreceğiz.

Velhasıl, yıl kapanırken iktidar 31 Mart’ın yarattığı tabloyu tersine çevirmeyi başardı ve “iç cephe”de de dışarıda da elini tekrar güçlendirdi. Ancak yine de 31 Mart’ın arkasındaki esas neden, yani yoksulluğun derinleşip yaygınlaşması süreci devam ediyor ve iktidarı en çok bu sıkıştırıyor. Meclis’ten geçen hafta geçen bütçe ve asgari ücretle emekli ve memur maaş zamları için konuşulan oranlar ise sürecin devam edeceğini çok net bir şekilde gösteriyor.

Bu karanlık tablo içerisinde CHP ve DEM Parti’nin gölgesi dışında kalan sosyalist solun Şimşek programında somutlaşan Türkiye’nin sermaye düzeninin halkı yoksullaştırma programını karşısına alacak ve yoksulluğa duyulan öfkeyi politikleştirecek, halkın acil talepleri üzerine kurulu bir programı halkla buluşturarak halkı siyasete dahil edebilecek bir stratejiye ihtiyacı var. Laiklik, bağımsızlık, aydınlanma, antiemperyalizm gibi başlıklarla tahkim edilip güçlendirilecek bu strateji, düzenin çoklu kriz konjonktüründe sosyalist siyasetin kendisine alan açıp, kitlesel, toplumsal bir karaktere kavuşabilmesi için elindeki tek seçenek. Bunun var edilmesi sosyalizmin Türkiye’de yeniden var edilmesi ve sosyalist hareketin yeniden toplumsallaşması, kitleselleşmesi anlamına gelecek. Aksi durumda Türkiye içine düştüğü bataklık ve karanlıktan hiçbir şekilde çıkamayacak.