Kapitalizmin, emperyalizmin sınır tanımayan sömürüsü gericilikle buluşup bataklığı yaratırken, hukuk ve yargının başkalaştırılmaması düşünülebilir mi? Sömürücülerden umut beklenebilir mi?
Hukuk ve yargı aracılığıyla tasarım
Ali Rıza Aydın
Haddi aşan duruma getirilince dikkat kesilen hukuk ve yargı günlerindeyiz yine. Yine diyorum, bu haddi aşma durumuyla AKP döneminde çok karşılaştık, AKP’ye özgü de değil. Ancak haddi aşan hukuk ve yargının kalıcı olmaya devam etmesi alışkanlık haline geldi. Her yeni aşkın durum, denize düşen yılana sarılır örneği, bir önceki kötü durumdan medet umulmasına bağlanılıyor.
12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, sıkıyönetim, OHAL, KHK, CBK, gerileyen anayasa, güvenliği yok etme, baskıyı artırma, hak ve özgürlük gaspı, sömürenin çıkarı, egemen sermaye sınıfının emekçiler üzerindeki denetimi, laikliğin yok edilmesi, çalışma, seçim… Daha birçok dönemde ve alanda hukuk hep haddi aştı, yargı bu hukuka uydu. Her yeni denilen eskisini arattı, bu durum kalıcı hale getirildi. Ölümü gösterip sıtmaya rıza etme sürüp gidiyor, sömürü ve gericilik büyümeye devam ediyor.
Tapınırcasına bağlanılması hukuk ve yargının “kimin aklı” olduğunu, ekonomi politiğini unutturuyor. “Hukukun üstünlüğü”, “yargının bağımsızlığı/tarafsızlığı” diyenler, haddi aşma eylemiyle karşılaşınca bu ikiliye daha sıkı sarılma gereğini duyuyorlar ama bu ilkelerin kimin aklına emanet edildiğini, kimin üzerinde baskı aracı olarak kullanıldığını tartışma, analiz etme gereği duymuyorlar. Dikkat kesilen yerde dikkat dağınıklığı var.
Sömürülenlerin hak savaşımlarıyla kazanılanları burjuvazinin kendi hukuku içine yerleştirmesi (bu durumun yaygın bir örneğini 1945 zaferinden sonra SSCB Anayasasındaki hakların burjuva anayasalarına yerleştirilmesinde gördük), yasa önünde eşitlik savı, insan hak ve özgürlüklerinin “herkes” öznesiyle tanımlaması ve elbette anayasal/hukuksal gelişme tezleri hukuk ve yargıyı fetişleştiriyor ama aynı zamanda da sömürü gerçeğini görme yönünden akılları köreltiyor. Hukuk ve yargı vitrinine bakanlar demokrasi yanılsamasına kapılarak sömürü düzenine teslim oluyor. Bu biçimsellikten ne analiz çıkıyor ne de savaşım. Teslim olma hali. Sonra da gün geliyor o hukuk üstün oluveriyor, o hukuku yorumlayıp uygulayan yargıya da bağımsız/tarafsız deniliyor.
Aklı, kimileri doğrudan, kimileri de dinsellik aracılığıyla sömürücü sınıfa teslim ediyor.
Çoklu hukuk ve yargı yerine getirilen laik hukuk ve yargı Cumhuriyetin ve Aydınlanmanın çocukları. Bu vurguyu tamamlayacak olansa, kaynağını Cumhuriyet ve Aydınlanmadan alan hukuk ve yargının hangi ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerin, kimin aklının ürünü olduğu. Devlet kendiliğinden ortaya çıkan bir örgütlenme olmadığına göre onun içinde hukuk da kendiliğinden ortaya çıkan bir normlar sistemi olmadığı gibi yargı da yargılama usullerinden örgütsel yapısına ve mensuplarına kadar, kendiliğinden oluşan bir yetkili organ değil.
Bu akışın sonucunu hukuk ve yargının kuralsal ve kurumsal olarak “yapı”ya bağlı üst yapı araçları olduğunu söyleyerek bağlayabiliriz. Sınıflı toplumlarda hukuk ve yargı da sınıfsal. Hukuk ve yargı üzerine çeşitlemelerin ve hukuk ve yargı aracılığıyla tasarımın özü de bu sınıfsallık üzerine. Hukuk ve yargı egemen sermaye sınıfından, siyasal iktidardan ve devletten, düzenden kopuk araçlar değil. Bugün ve daha önce birçok kez karşılaştığımız haddi aşan durumlar bu bağlamda değerlendirilmeli.
Cumhuriyetin hukuku ve yargılaması, sınıfsallıktan azade olmaksızın, çeşitli denemelerle hukuk ve yargı güvenliğini yazıp örgütlerken elbette yurttaşlık hakkını kullananların hak savaşımlarıyla şekillendi. Vurgulanması gereken, kazanılan bu hak ve özgürlüklerin, yapılan düzenlemelerin ödün verilmeden korunması. Ama hukuk ve yargının Cumhuriyet ve Aydınlanmanın çocukları olarak ihanet içinde olduklarını da unutmadan.
İhanet kapitalizmin sınır ve kural tanımayan politikalarının yaşama geçirilmesi temeline, sömürüye dayalı. İhanet eden hegemonyasını her türlü yolla tüm emekçilere, dünyaya yayan ve ulusal iktidarları kendi iktidarı ile özdeşleştiren sömürücü güçten başkası değil. Anayasayla, hukukla, yargının da içinde olduğu devletle sıklıkla oynayan, reformlarıyla övünen AKP’nin yaptığı dinsel ve etnik ortaklıkla aynı düzeni sürdürmek. Muhaliflerini de aynı ruhla sindirme yolunda.
12 Eylül ruhu, dışa açılmanın, dış ticarette liberalleşmenin, mali politikaların sınırsız ve sorunsuz uygulanmasının, gelir ve vergi dağılımı adaletsizliğinin, yeni sömürgeciliğin yansıması olarak yaşarken, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”nin siyasal iktidarı AKP de yirmi üçüncü yılına girdi. Önceki dönemlerde, “sermaye sınırsız korunup, emek sınırsız bastırılırken”, AKP, eksikleri tamamlayarak uygulamaları pekiştirdi. Daha da önemlisi, dinsel ve etnik etkileri kullanarak, toplumu gericilik çukuru içine atarak yaşam tarzını sindirmeye girişti.
Yapılanları hukukun üstünlüğüne aykırı görenlerin “kimin hukuku, hangi hukuk” sorusuna yanıt vermedikçe yargıdan umut beklemeleri boşa düşüyor. Düzenin iç çelişki ve paylaşım pazarlıklarından umut beklemek de boşa düşüyor. Sermaye sınıfı ve siyasal iktidarı emekçi halkı boşa düşürüyor. Düzen içi muhalefetin göremediği bu.
Devleti ve hukuku egemenliği altında tutan güç ve ilişkiler aynı. Özelleştirmeler, doğa katliamları, kadın ve işçi cinayetleri, ucuz ve güvencesiz çalışma ortamı, yoksulluk ve yoksunluklar aynı güç ve ilişkilerin hukuk ve yargısının konusu.
Sömürü, eşitsizlik, adaletsizlik, hak ve özgürlük yoksunluğu bireysel ve toplumsal yaşamın büyük parçası. Bu yaşama aynı düzenin demokrasi, hukuk ve adalet gözlükleriyle bakmak oyalama işlevi görüyor, sömürücülerin işine yarıyor.
Kapitalizmin, emperyalizmin sınır tanımayan sömürüsü gericilikle buluşup bataklığı yaratırken, hukuk ve yargının başkalaştırılmaması düşünülebilir mi? Sömürücülerden umut beklenebilir mi?
Düzen ilişkilerinin ürünü hukuk ve yargının ekonomi politiği görmezden gelinemez. Emekçilerin savaşımları da buraya oturuyor.