Dinselleşme ve hukuk

Dinselleşme ile toplum, siyaset ve devlet arasındaki olumsuz ilişki neyse, hukuk ilişkisi de odur. Dinselleşme, ilk üçünü olduğu gibi hukuku da vantuzlar. Hukuk vantuzlanınca, denetimini hukuka dayandıran yargı da aynı sele kapılıp gider.

Dinselleşmenin, hukuku içine alıp eritmesi kendi teolojik durumuna uygundur. Böylece iki zıt kutup buluşur ve dinselleşmenin teolojisi hukukun belirliliğini ve öngörülebilirliğini yutar.

Somutlarsak, hukuk düzeni bir davranış, kurum ya da ilişki için kural koyarken bu davranışı, kurumu ya da ilişkiyi tanımlamazsa, koyduğu kurala toplumsal alanda geçerlikte bulunan tanımı, daha yerinde deyişle varsayılanın yaygınlaşmış halini temel tutmuş olur. Artık, toplum, yalnızca zihinlerde olan soyutu esas alarak kurala bağlananlara uymak, ilişkilerini o kurala göre düzenlemek ve o kuralların yaptırımına bağlı kalmakla karşı karşıyadır. Dinin hukuka montajı bu durumun en tipik göstergesidir.  

Eğitim kuralları, öğrenciden öğretmene memurdan avukata ve yargıca kadar uzanan türban kuralları, cuma namazı genelgesi, nüfus cüzdanında din hanesi, çocuk yaşlarda evliliğe onay, kadın katillerinin himayesi, kamu kurum ve kuruluşları ile üniversiteler ve konut alanlarında cami ve mescit tahsisleri, cami ve külliye alan ve inşaatlarına imar/ruhsat kolaylığı, fetvalarla toplumsal yaşamı düzenleme gibi birçok alanda dinselleşmenin hukukun içine dalması, tam da hukuk tarafından tanımlanmayan kutsallığın belirsizliğinin hukukun belirliliğini vantuzlaması örnekleridir. Hukukla yapılamayanı da yargı tamamlar.

Manevi işlerin, “bireyselleştirilmesi” gerekirken toplumsallaştırılarak siyasete ve devlete müdahalesi dinsel referansların artmasıyla yaygınlaştırılır ve kanıksatılır. Dinsel referansları artırmanın ve genel kabul görür hale getirmenin en etkin yolu, o referansları hukukun içine yedirmektir. Hukuk, dinsel referansları meşrulaştırma görevini üstlenerek, aynı zamanda “kulluk” halini de “kul hakkı”na çevirme işlevini yürütmeye başlar.     

Oysa toplumsal ilişkilerde ve evrensel hukukun temelinde, insan aklının egemenliği vardır. Akıl, maddi yaşamın nesnel yasalarının reddini, şükür ve sabır sahipliğini kabul etmez.  

İnsanlık tarihi, dünya işlerinin hukukla, din işlerinin de kendi davranış kurallarıyla yürütülmesi ilkesini, aydınlanmayla birlikte netleştirmiştir. Hukuk devleti, gücünü lâiklikten alır. Ne dinsel davranış kuralları ne de bunların hukuk kuralları içine yedirilmesi, hukuksal nitelik taşımaz.

Din kuralları, ilahi iradeye, tanrı buyruklarına dayandırılır. Hukukun kaynağı ise, “hukuku yaratan istenç olarak” toplumun istencidir. Hukuk düzeni, dinsel düzeni dışarıda bırakır, varlığını toplumsal ilişkilerden alıp hukukla sürdürür.

Hukuk, “dine dayanmaz ve bağlanamaz”; din işi değil, dünya işidir. Sorun, burada bitmez; “hukuk dünya işidir de, kimin dünyasının işidir” sorusu yanıtlanmalıdır.

Yanıtın özünde, hukukun sınıflı toplum yapısındaki işlevi yatar. Aynı işlev, dinin sınıflı toplum yapısı için de geçerlidir. Hukuk ile din arasındaki bu buluşma laikliğin terki anlamına gelir ve aynı amaca hizmet eder: egemen sınıfın ideolojik ve ahlaksal yapısının devamına…

Örneğin, iş güvenliğini tanrının korumasına, iş cinayetlerini de kadere terk etmek, en mükemmel yazılmış iş hukukundan daha yararlı olur sermaye için… Hem kaynağı ve sorumluluğu kendi üzerinden atmış olacak hem de kendisine yönelecek karşıtlığı eritmiş olacaktır. Bu formül, sermaye düzenindeki her alana uygulanabilir. AKP’nin yaptığı da budur; din ve hukuk buluşmasını, düzen içi muhalefetin ve liberallerin de desteğiyle, adım adım işlemek…

Din ve hukuk buluşması, dinselleşmenin siyasetin, toplumun ve devletin damarlarına dağılmasında karma aşı etkisi yaratır. Dinsel kuralların durağan ve değişmez, hukukun dinamik olduğu savı da din ve hukuk buluşmasında anlamını yitirir; durağan olduğu varsayılan dinsellik, egemenin isteğine göre oynar durur.  

Eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ve baskının payandalığını hukuk ve din birlikte üstlendiği zaman, çok eskilerden, Platon’dan kalan “devlet yararına söylenmesi gerekli kimi güzel yalanların” dayanağının “din” olacağı savı yirmibirinci yüzyılda da geçerliliğini korumuş olur.

Sonuç olarak dinselleşme, Marx ve Engels’in saptadığı “egemen güçlerin, insanın kafasında doğaüstü bir hayali kılığa bürünmesi” tanımıyla, bugüne de gelip oturur ve toplumsal çelişkileri perdeleme görevini sürdürür.

Mücadele için Lenin’e başvurursak: “Hiçbir eğitsel kitap, kapitalizmdeki yıpratıcı didinme tarafından ezilen ve kapitalizmin kör yıkıcı güçlerinin insafına bırakılmış kitlelerin kafasından dini söküp atamaz”. O halde “savaş, dinin toplumsal köklerini ortadan kaldırmayı amaçlayan sınıfsal hareketin somut pratik çalışması ile bağlantılı olmalıdır”.