Amacını söyle kim olduğunu söyleyeyim

Hukukun tadı tuzu kalmadı, hukuk yazmanın da…

Tadı tuzu kaçıranlar hız kesmiyor; hukuka sığınmaya, hukukla sömürüye, hukukla şiddete devam ediyor. Bu nedenle de yazmaya, ipliklerini pazara çıkarmaya devam etmek gerekiyor.

Hukuk, anayasanın, yasaların ya da diğer hukuk belgelerinin sözcüklerle sıralanmış metinlerinden ibaret olmadığı gibi, bu sözcüklerin çıkara göre eğilip bükülmesinden de ibaret değil.  Hukuk metinlerini oluşturan sözcük dizileri, içinde bulundukları bütün ve bu bütünü oluşturan “öz” ile birlikte anlam ifade eder.

“Anayasalı” devlet ile “anayasal” devlet aynı anlama gelmediği gibi, her “anayasalı” devlet de hukuk devleti olmaz.  

Türkiye bugün “anayasalı” ama “anayasal” olmayan devlet örneğinin; bol “kanun”lu ama hukuk ilkelerinin uygulanmadığı devlet örneğinin başını çekiyor.  

Anayasa ve kanunlar, kişisel ve siyasal amaçlarla kullanılıyor. Belirleyici amaç olan gerçek toplum yararı yok sayılıyor. En tehlikelisi de yetki saptırmasıyla amaçlar saklanıyor. 

Hukuk metinleri içinde “söz” olarak yer alan bütün sömürü, şiddet, gericilik ve çıkar kuralları aslında “öz” olarak sakat olmasına karşın, yaşatılmaya devam ediyor. Bunda, iktidar tarafından etkisiz kılınan siyasal muhalefetin; esir alınarak kitle örgütünden sivil toplum örgütüne çevrilen dernek, sendika ve meslek kuruluşlarının; denetim görevini, toplum yerine siyasal iktidar adına ve hesabına yapan yargının payı da çok yüksek.

Laik devletiz diyorlar; devleti fetvalarla, eğitimi müftülerle, sağlığı imamlarla yönetiyorlar.

Sosyal devletiz diyorlar; zekat ve sadaka ile sosyallik yarışına giriyorlar. 

Hukuk devletiyiz diyorlar; yasalarla istedikleri gibi oynayıp, istedikleri gibi yorumluyorlar; yargı kararlarını keyiflerine göre uyguluyorlar.

Laik hukuk devletiyiz diyorlar; dinsel davranışları hukuk kuralları içine yazıyorlar.    

Yeni anayasa diyorlar; dinsel anayasa istiyorlar.

Demokrasi diyorlar; parlamenter sistemi beğenmeyip, başkanlık sistemi istiyorlar.

Dokunulmazlık diyorlar; seçimle gelen milletvekillerini dışarı atıp, o koltukları doldurmak istiyorlar.

7 Haziran seçimlerini beğenmeyip, seçimleri yeniliyorlar; 1 Kasım’da çoğunluğu alıyorlar; beş ay içinde başbakan kovuyorlar. 

Ekonomik istikrar diyorlar; medyada “Türkiye yeni başbakan seçecek” nutukları ile piyasa ve borsa konuşuyorlar. 

Emeğe hakkını veriyoruz diyorlar; işçilerin kazanılmış haklarını budayıp, yargıda hak aramalarını engelliyorlar.

Adaletliyiz diyorlar; sermayenin birikimine birikim, kârına kâr katıyorlar; hırsızlığı ve talanı hukuksal meşruiyete kavuşturuyorlar.

Eşitlik diyorlar; fiili eşitsizliği derinleştiriyorlar.

Özgürlük diyorlar; kendilerine karşı düşünen, yazan ve eylem yapanları şiddetle ve tutsaklıkla susturma yarışına giriyorlar. 

Liberaliz diyorlar; eleştiriyi hakaret sayıyorlar.

Namus diyorlar; çocuklara tecavüzde münferit olay arıyorlar.

Kadın diyorlar; dinin ve erkeğin esiri yapıyorlar.

Kardeşiz diyorlar; kent sokaklarını insansız bırakıp, oralarda yaşayanları potansiyel silahlı çete ilan ediyorlar.

Yurtta barış diyorlar; dinsel, mezhepsel ve etnik kavgaları körüklüyorlar.

Dünyada barış diyorlar; uluslararası silahlı çetelere ve devletlerin yıkılmasına destek veriyorlar.

Güvenlik diyorlar; iş cinayetlerini “kaza”, bombalı katliamları “terörist saldırısı” olarak tanımlıyor ve toplum üzerinde güvenlik kılıcı sallandırıyorlar.

Medeniyet diyorlar; gericiliği tüm topluma örümcek ağı gibi sarıyorlar.

Hepsine, her şeye hukuk kılıfı buluyorlar. 

Her şeyi “düzen” ve “istikrar” adına söylüyorlar ve bu söylemleriyle amaçlarını saklıyorlar. Düzen içi muhalefet de bu saklamaya yardımcı oluyor; bağırıyor gibi gözüküp, kendi hedefsiz sesiyle oyalanıyor; aynı amaca hizmet ediyor.

1980’lerde yaşanan “demokrasiye geçme” yanılsaması, 2002’den bu yana “demokrasi, demokrasi” diye diye toplumun damarlarındaki kanı emiyor. 

Gelecek, kan emenlerle kanını emdirenlerin ve emdirmeye göz yumanların demokrasi ve hukuk oyunlarında değil… 

Gelecek, imam hatipleştirilen devlet okullarından kurtulmak yerine, çocukları para tuzağı özel okullara vermekte; imamlaştırılan devlet hastanelerinden kurtulmak yerine, hastaları para tuzağı hastanelere teslim etmekte değil…

Gelecek, kapitalist/emperyalist düzenin, gerici hamlelerin din adına bozulmasını istemeyen, onlarla düzen içi mücadele edip güzel günler rüyasına yatanlarda değil… 

Gelecek, “sınıflı toplumun” denge masumiyetinde değil…

Yıllar, insanları kandıran siyasilerle birlikte, aynı siyasetle kendi kendilerini kandıran insanların örtülü ya da açık ortaklığıyla geçti.

Gelecek; yalancılığa, cinayetlere, katliamlara, hırsızlığa, paraya, sömürüye ve gericiliğe direnenlerin; “mutlak monark”lığa, yobazlığa ve sermaye düzenine karşı çıkanların; ona buna ödün vermeden, “boyun eğme”den yaşayanların… 

Gelecek; işçiler ve emekçilerin örgütlü gücü ve sınıfsız toplumla gelecek…