Yerel, bölgesel, küresel derken ulusalı da atlamayalım. İsrail, Türkiye’de İsrail’den de güçlü olduğunu göstermeye devam ediyor hâlâ.

Yerel, bölgesel, küresel...

Hocam, bölgemizde savaş olur mu?

Bir şey olmaz yavrum, sen yüzmeye devam et.

İsrail terör saldırılarını ve siyasi cinayetlerini sürdürüyor. Hizbullah’ın Genel Sekreteri Nasrallah’ın 80 ton bomba atılarak öldürüldüğü netleşti. Beyrut ve Lübnan’ın farklı kesimlerine yönelik hava saldırıları da devam ediyor.

Hizbullah’ın bu saldırı sonrası bir daha toparlanamayacağı, keza İran’ın bölge üzerindeki hakimiyet mücadelesinin onulmaz bir yara aldığı söyleniyor. Hizbullah’ın lider kadrosunun bu kadar hızlı şekilde ortadan kaldırılması İsrail’in başarısı olarak takdim ediliyor. Bu sonuçta Hizbullah’ın İsrail'i küçümsemesinin, İran’a ise gereğinden fazla güvenmesinin rol oynadığı yönünde yorumlar yapılıyor.

Dünyadaki gelişmeleri anlık fotoğraflara bakarak yorumlamak çok popüler ama yanıltıcı da olabiliyor. Ortadoğu da dünyanın bir parçası ve dünya fena halde yanıltır adamı.

Bölgeye dair ilk hatıram geliyor aklıma. Yıl 1982. İsrail Lübnan’a girmiş, Beyrut’a doğru ilerliyor. Yalap şap İngilizcemle BBC’den takip etmeye çalışıyorum olup biteni. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün lideri Arafat. 15 yaşındayım. O zamana kadar Filistin direnişine dair bir halt öğrenmemişim. İçinde yetiştiğim ortam, kültürel birikimim İsrail’den yana çekiyor aklımı. Öyle ya “adamlar çölü yeşertiyor”, karşıdakiler ise ürkütücü görünüşlü Arapça konuşan hırpani kılıklı adamlar. Bir yandan da içimde yavaş yavaş kovboy filmlerinde Kızılderililerin tarafını tutmam gerektiğine dair bir ergenlik isyanı büyümekte. İsrail’in Lübnan’daki ilerleyişi, yarattığı tahribat, ölümden kaçmak için yollara düşmüş insanların görüntüleri ve sonunda Arafat’ın Beyrut’taki son basın toplantısında söylediği ve aklımdan bir daha hiç çıkmayan o sözleri: “We are here, we will stay here. That’s our country”.1

Ortadoğu sorununu takip edenlerin gayet iyi bildikleri gibi o hikâyenin sonu öyle bitmiyor elbette. Arafat, FKÖ’nün yönetici kadrosu ve 11 bin Filistinli direnişçi Lübnan’ı terke zorlanıyorlar. BBC yorumcuları FKÖ’nün sonunun geldiğini, Filistin direnişinin bir daha kendine gelemeyeceğini “müjdeliyorlar”.

FKÖ giderken geride yüzbinlerce Filistinli mülteci bırakıyor. ABD bunların güvenliğini garanti etmiş ve Lübnan’a asker çıkartmış. Fransızlar ve İtalyanlar ABD’nin peşi sıra Lübnan’a çıkıyorlar. Sonucu biliyoruz, korunacak denilen Filistinli mülteciler Sabra ve Şatilla’da İsrail’in koltuğu altındaki Falanjist milisler tarafından acımasızca katlediliyorlar.

Aradan 42 yıl geçmiş. Emperyalizmin sözüne inanan FKÖ artık bir gölge bile değil. Filistin direnişi ise devam ediyor. 15 yaşında baş gösteren Kızılderililerin haklı olabileceğine dair isyan duygusu yıllar içinde gelişip somutlaşıyor. Her şiddetin aynı olmadığını, Amerikan yerlilerinin topraklarını işgal eden sömürgecileri oklamalarının, evlerini, çiftliklerini yakmalarının vahşet ya da terör deyip geçilemeyecek haklı ve yerinde eylemler olduğunu fark ediyorum. İsrail’in temsil ettiği söylenen “medeniyet”in, insanlıkla bir ilişkisi bulunmadığını zaman içinde öğrendiğim gibi.

Yıl 2024. Nasrallah 80 ton bombayla öldürüldü. Hiçbir uluslararası kısıta tabi olmayan “çok zeki ve çok kahraman” İsrail denen terör örgütü tarafından. İsrail’in güçlü olduğu doğru. Ancak o gücün kaynağı, üstün zekâ, silahlar veya teknoloji değil. İnsanlığı rehin almış kapitalist düzen, daha açık söylersek sermaye egemenliği. O düzen, atıyla, itiyle, kiralık ekran ve kalemleriyle İsrail’i desteklediği için güçlü Netanyahu ve çetesi. Yalan ve cehaletle beslenen o güç yerel, bölgesel ve küresel düzeyde hissettiriyor kendini.

İsrail Lübnan’ı işgal eder mi? Güneyde belirli bir bölgenin işgal edileceğini tahmin etmek için falcı olmak gerekmiyor. Üstelik o işgalin kalıcı olmayacağının garantisi de yok. ABD “arzu etmez”, AB “kaygı duyar”, Rusya “çok yanlış”, Çin “kabul edilemez” der, o işgal sürer.

Hizbullah biter mi? FKÖ bittiğine göre, neden olmasın? Ancak bu gerçekleşse dahi onun yerini mutlaka başka bir direniş gücü alır. Mücadele bitmez.

Yerel, bölgesel, küresel derken ulusalı da atlamayalım. İsrail, Türkiye’de İsrail’den de güçlü olduğunu göstermeye devam ediyor hâlâ. Dünyaya dair algıları yerlerde sürünenler deniz sandıkları çamur birikintilerinde kulaç atıyorlar ülkemizde. Bir örnekle bitirelim.

İnsan haklarıyla iştigal ettiğini söyleyen, kendisini “ilerici” olarak konumlayan bir avukat kardeşimiz (lafın gelişi, yoksa evlat olsa sokağa bırakılması caiz) mealen şunları yazmış sosyal medyada: “Nasrallah’ı övmeyin çünkü kendisi Türkiye’yi hiç sevmiyordu.” Bu hukuk bitirimi varlık bir de gazete kesiti koymuş, insan zekâsının sınırlarını aşağıya doğru zorlayan o tespitini doğrulamak için. Nasrallah 2016 yılında verdiği bir demeçte, “Türk ordusu ve Suud eğer Suriye’ye girerse bunun bedelini öderler” demiş. Nasrallah, bununla da yetinmemiş, “Suudi Arabistan. Türkiye ve İsrail’in çıkarları ortak” şeklinde konuşmuş.

“Nasrallah’ı övmeyin”den başlayalım. Kimseyi övdüğümüz yok. Ortada bir ikilik var. İsrail bölgeyi kana ve ateşe boğuyor. ABD bunun destekliyor. ABD emperyalizmine karşı direnen odaklar var. Bu odaklardan biri Hizbullah. Nasrallah da onun lideriydi. Bu canlı türü ve benzerleri için doğru çözüm “bize ne, yesinler birbirlerini” deyip geçmek. Biz de diyoruz ki, “emperyalizm halkların katili bir virüstür ve senin içine kaçabileceğin bir kavanoz yoktur. Önünde sonunda yakalanırsın.”

Günümüz dünyasında yerel bölgeseldir. Mesele emperyalizmle mücadele olunca bölgeselin küresele dönüşmesi an meselesidir. O virüsü durdurmak için mücadele edenlere omuz vermek gerekir. Omuz vermek, hemhal olmak değildir. 
Kaldı ki, Ortadoğu’da emperyalizme karşı mücadele eden solcu, ilerici ve komünist gruplar var. O ateşin içinde her gün kavruluyorlar. Onların verdiği mesajların anlamı, kenardan “çağdaşlık” ahkâmı kesenlere kıyasla çok daha gerçekçi ve isabetli olsa gerektir. Lübnan Komünist Partisi Nasrallah’ın ölümü sonrasında yayınladığı bildiride şunu söylüyor: “Nasrallah’ın Lübnan’ın işgalden kurtarılması, Filistin mücadelesine katkısı yadsınamaz.” LKP bunu söylediğinde, Hizbullah’la aynı örgüt haline gelmiyor. Somut durumun somut tahlilini yapmış oluyor. Bir başka deyişle emperyalizmin yenilgiye uğratılmasını öncelikli hedef olarak benimsediğini ortaya koyuyor. Bu kadar yalın.

Gelelim “Türkiye’yi sevmiyor” kısmına. Birincisi, verilen örnekten de anlayabileceğimiz gibi, bir ülkenin halkını, kültürünü, yemeklerini, doğasını sevip sevmemekten söz etmiyoruz. Nasrallah 2016’da özetle “Türkiye Suriye’ye girmesin” demiş. Bir ülkeyi sevme kriteri komşu ülkeleri işgal etmesini desteklemek ise, en çok İsrail’i seviyor olmamız gerekir.

Nasrallah’ın Türkiye’yi, ülkeyi yöneten emperyalist yardakçısı zihniyeti sevmek gibi bir mecburiyeti yok elbette ama 2016’da “Türkiye Suriye’ye girmesin” demek, bugün içine düşürüldüğümüz durumu düşünürsek Türkiye için iyi bir dilek anlamına dahi gelebilir. İnsan hakları avukatımız sanırım Türkiye’nin Suriye'ye girmesinden ve otomatik olarak Suriye’nin de Türkiye’ye girmesinden, sayısını kimsenin bilmediği göçmenlerden, o göçmenlerin sermaye tarafından acımasızca sömürülmesinden, İdlib’deki kelle kesici paralı asker güruhundan, Gar katliamından, Suruç saldırısından filan o kadar kıvanmış ki, Türkiye Suriye’den uzak dursun söyleminden rahatsızlık duyuyor.

Nasrallah, bir de “Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail’in çıkarları ortak” demiş. Bak sen şu müfteriye! Bugünkü basında Suudi Prensi Salman’ın sözleri var: “Filistin halkı şahsen umurumda değil ama halkım önemsiyor”. Filistin direnişinin 7 Ekim saldırısı olmasa bu sıralar çoktan hayata geçmiş olması beklenen, Ortadoğu’da “Filistinsiz normalleşme” anlamına gelen İbrahim Anlaşmaları’nın kanlı pazarlık masasındaki Suudi Arabistan’dan söz ediyoruz. 

Peki ya Reis’in Türkiyesi’ne söylenir mi hiç böyle bir şey? Limanlardan İsrail’e sevkiyat sürmese, İsrail’in savaş makinasının yakıtı Ceyhan’dan sağlanmasa, yerli ve milli savaş sanayimizin güzide ve akraba şirketleri Bakü’deki silah fuarına İsrailli firmalarla birlikte ortak sponsor olmasa, İsrail’i koruyan ABD 6. Filosu’nun gemileri, birlikte yapılan tatbikatlardan sonra Türkiye limanlarında misafir edilmese söylenmez elbette. O kadar renkli gazozu yerlere döküyor, kahve zincirlerine taş atıyor, BM Genel Kurulu’nda esip gürlüyor yine yaranamıyoruz... 

Avukat haklı! Övmeyelim artık NATO düzeninin riyakârlığını yüzümüze çarpan direnişin liderlerini! İnsan hakları filan da bir yere kadar yani...

  • 1. “Buradayız, burada kalacağız. Burası bizim ülkemiz”