"Eğitim, sağlık ve hukuk sistemi çürümeye yüz tutmuş bir ülkenin toprak fethetme hayalleriyle şuradan şuraya gidebileceği bir yol yoktur."
Mehmet Şimşek’in iş başına geldiği ve “enflasyonla mücadele programı”nı uygulamaya başladığı 2023 Haziran’ında enflasyon resmi verilere göre yüzde 39,5’ti; programın uygulanmasının üzerinden geçen bir yılın sonunda, Mayıs 2024’te ise yüzde 75,4’e fırlamıştı. Yani enflasyonla mücadelede bir yılda gelinen yer enflasyonun neredeyse ikiye katlanması olmuştu.
2024’ün başında Merkez Bankası, yıl sonu hedefini yüzde 38 olarak belirlemişti ve sahiden de Mayıs’tan itibaren kısmi de olsa bir düşüş yaşandı, ancak bu hedefin tutmayacağı çok kısa sürede anlaşıldı. Zaten Merkez Bankası da bunun olmayacağını görmüş ve hedefini yüzde 44 olarak güncellemişti.
Ancak dün açıklanan verilere göre Kasım ayı enflasyonu yüzde 47 olarak gerçekleşti ve yılın sonunda yüzde 44’ün dahi tutturulmasının imkansız hale geldiği görüldü. Enflasyon sene sonunda yüzde 45’in hemen üstünde çıkacak ve Şimşek’in iş başına geldiğinde yüzde 39 olan enflasyonun bir buçuk yıl sonra yüzde 45 civarına gelmesinden bir başarı hikayesi çıkartılacak.
Oysa ortada bir başarı hikayesi falan yok; böylesine bir düşük ücret ortamında, döviz kuru büyük ölçüde stabil kalmışken ve enerji fiyatlarında da ciddi bir artış yokken enflasyondaki azalmanın son derece sınırlı olması, programın enflasyonla mücadele iddiasının çok net bir şekilde boşa düştüğünü gösteriyor.
Türkiye’de kronik hale gelen yüksek enflasyona yüksek faizler, yüksek bir işsizlik ve tüm bunların toplamı olarak giderek yaygınlaşan ve derinleşen bir yoksulluk eşlik ediyor. İktidarın ekonomi politikalarının en büyük “başarı”sı da bu zaten: Üretilen zenginlikten emeğin aldığı pay giderek azalıyor, asgari ücretle çalışma norm haline geliyor, gelir dağılımı giderek alt üst oluyor, borç prangası daha da ağırlaşıyor ve çalışan kesimlerden sermayeye sınırsız bir servet transferi gerçekleştiriliyor.
Yoksulluk ve sefaletin böylesine yaygınlaşıp derinleşmenin toplumsal sonuçları olması ise kaçınılmaz elbette. Gelecekten umudunu kesen gençler, beyin göçü, kısa yoldan zengin olma hayalleri, rüşvet, sanal dünyaya kaçış, kumar ve bahis oyunlarına ilgideki artış, uyuşturucu kullanımı ve satışı, mafyalaşma ve çeteleşme… Hepsi birer toplumsal çürüme fenomeni olarak karşımızda duruyor.
Sermayenin yoksullaştıran programının karşısına emeğin programını koyan bir güç, örgütlü bir emek hareketi olmadığı, toplumsal muhalefet dinamikleri çalışmadığı, öfke politize edilemediği, alanlardan, meydanlardan kolektif bir şekilde, coşkuyla ve inançla ses verilemediği için umutsuzluk iklimi herkesi kuşatıyor, kendini toplumdan izole edip içe kapanma ve depresif bir ruh haline bürünme giderek yaygınlaşıyor, toplum kolektif bir karşı duruş sergileyemedikçe genel bir toplumsal bunalım hali yaşanıyor.
İktidarın hegemonyasının sınırlarına vardığı ama muhalefetin de yeni bir hegemonyayı inşa etmekten uzak olduğu, yozlaşma ve çürümenin bütün kurumlara sirayet ettiği ama eskinin karşısına yenisini koyma iradesinin ufukta görünmediği, anketlerden “kararsızlar partisi”nin birinci çıktığı bu tabloyu, tam da şimdilerde birileri bir kez daha yeni-Osmanlı hayalleri görmeye başlamışken “yeni hasta adam” diye adlandırmamız mümkün.
Türkiye bugün çoklu bir kriz konjonktüründen geçiyor, bir bozgun yaşıyor ama topluma fetih rüyaları pazarlanıyor; televizyonlarda, gazetelerde, internet sitelerinde sabah akşam büyüme, genişleme, Osmanlı’yı yeniden kurma, cihan devleti olma masalları anlatılıyor. Milliyetçilikle İslamcılığın zehirli sentezi bir kez daha bu masallar üzerinden kendini topluma dayatıyor, yeni bir oyun kuruyor, yeni bir alan açıyor.
Nazi terminolojisinin en önemli kavramlarından biri olan “lebensraum”u yeni-Osmanlı hayallerine uyarlayarak söyleyecek olursak bugün Suriye toprakları yeni-Osmanlıcılar için bir lebensraum, yani “yaşam alanı” olarak görülüyor; iktidarın yaşamına devam edebilmesinin ve beka problemini çözmesinin yolu yayılmaktan, genişlemekten ve dolayısıyla Suriye’den geçiyor.
Peki ABD, İngiltere ve İsrail olmadan, orası cevaz vermeden mümkün mü bu?
Elbette ki değil; yeni-Osmanlıcıların imparatorluk hayalleri nesnel olarak ancak taşeron bir karakter taşıyabilir ve mutlaka kendilerine o görevin tevdi edilmesi gerekir; işte şimdi o görev tevdi edilsin diye uğraşıyorlar.
İsrail’in Lübnan’da ABD’nin bastırmasıyla imzalamak zorunda kaldığı ateşkesin hemen ardından cihatçıların ABD-İngiltere-İsrail üçlüsünün bölgesel çıkarlarına hizmet edecek şekilde Halep’e saldırıp işgal etmeleri yeni-Osmanlı’dan bağımsız bir hamle olabilir mi?
Eğit-donat programından Cilvegözü sınır kapısının kullanımına uzanan bir genişlikte gerek HTŞ gerek Suriye Milli Ordusu gibi taşeron örgütlerin kendisi de taşeron imparatorluk hayalleri gören yeni-Osmanlıcılar tarafından beslenip büyütüldüğünü bilmeyen, duymayan var mı?
İşte şimdi İran’dan Yemen’e uzanan “Direniş Ekseni”nin Suriye ayağının çökertilmesi için uluslararası bir operasyon düzenleniyor. Hizbullah savaşçıları kendi topraklarını korumak için Lübnan’a dönmüşken, Rusya Ukrayna’daki savaşa konsantre olmuş ve Trump’ın iş başına gelmesini bekliyorken, İran Suriye’ye yeterince milis aktaramıyor ve mevcut güçleri İsrail tarafından vuruluyorken Suriye’yi bölme planları hayata geçiriliyor.
Fırat’ın batısında bir “ılımlı cihatçı” emirliği, doğusunda ise bir Kürt otonom bölgesi; her ikisi de ABD/Batı ekseni ve İsrail’in kontrolü altında, her ikisi de emperyalizmle uyum içerisinde çalışacak iki yeni devletçik… Ve elbette ki yukarıdaki komşuları, yetmiş küsür yıllık NATO üyesi ve Amerikancı, krizlerle boğuşan ama taşeronluğa hevesli bir yeni-Osmanlı Türkiye’si. Varılmak istenen yer ise İran’ın bir şekilde düşürülmesi ve Ortadoğu’nun sonsuza kadar İsrail için güvenli bir bölge haline getirilmesi.
Elbette ki başta Rusya ve İran’ın bu planlara nasıl yanıtlar vereceği ve Suriye’nin atacağı adımlar gidişatın belirlenmesine etki edecek, kağıt üstündeki senaryoların hayata geçip geçmeyeceğini güç mücadeleleri belirleyecek. Ancak iktidar tıpkı Arap Baharı sonrasında olduğu gibi bir kez daha Suriye’ye iştahla bakıyor, bölgede yaşanan gelişmeleri kendi inşa ettiği rejimi devam ettirmek için bir fırsata çevirmek, yeni-Osmanlıcı fanteziyi yitirdiği hegemonyayı yeniden tesis etmek için kullanmak istiyor.
İçerideki hasta adam her zaman yaptığı üzere dış politikayı iç politikaya tahvil ettikçe ve kendisini dışarıda emperyal bir güç olarak sunmayı başardıkça hastalığının görünmez hale geleceğini ve ömrünün uzayabileceğini düşünüyor. Buna dış politikayı siyaset üstü gören ve iktidarın kendi bekası adına attığı adımları görmezden gelip “ulusal çıkar” olarak kodlayan bir muhalefet eşlik ettiği sürece, planın başarılı olma ihtimali de giderek artıyor.
Oysa Türkiye’nin ihtiyacı olan büyüme, genişleme, yayılma ve imparatorluk fantezileri değildir. Açlık sınırının 20, yoksulluk sınırının 60 bin lira olduğu ve çalışan nüfusun yarısına yakınının asgari ücrete, yani 17 bin liraya mahkum edildiği, çocuklarına bir öğün gıda veremeyen, ne okulda ne istihdamda kategorisindeki milyonlarca gencine bir gelecek sunamayan, eğitim, sağlık ve hukuk sistemi çürümeye yüz tutmuş bir ülkenin toprak fethetme hayalleriyle şuradan şuraya gidebileceği bir yol yoktur.
İçeride çoklu bir kriz konjonktüründen geçen Türkiye, dışarıda da yeni maceralara, yeni felaketlere doğru sürüklenirken onu içinde bulunduğu hasta adam halinden çıkarabilecek tek güç halkın iradesidir ve eğer o irade yakın bir gelecekte ortaya çıkmazsa eskisinin yaşadıklarının bir benzerini yeni-Osmanlı, yani yeni hasta adam da kaçınılmaz olarak yaşayacaktır.