"Yeni bir süreç olur ve somut birtakım gelişmeler yaşanırsa kuşkusuz bu eninde sonunda bir yerinden Ortadoğu’ya bağlanacaktır; çünkü Kürt sorunu bir Ortadoğu sorunudur, yani bölgeseldir."
Pazartesi günü Fethullah Gülen’in öldüğü, Salı günü Devlet Bahçeli’nin Öcalan’ı Meclis kürsüsüne davet ettiği, Çarşamba günü PKK’nin ulusal silah sanayinin en önemli tesislerinden birini basıp beş kişiyi öldürdüğü, yani ayların ve hatta yılların gündemini birkaç güne sığdırabilen bir ülke burası.
Bu toz dumanın arasında herkes olan bitenleri anlamaya, yolu ve gidişatı görmeye, anlamlandırmaya çalışıyor. Yeni bir “çözüm süreci” var mı, Bahçeli ve MHP bu sürecin esas aktörü olma görevini niye üstlendi, PKK neden Öcalan’ın ne diyeceğini beklemek yerine TUSAŞ’a saldırdı ve elbette ki yeni süreçten murat edilen nedir gibi sorular havada uçuşuyor, bu sorulara yanıt aranıyor.
İktidar çevrelerinde savunulan ve kamuoyuna pazarlaması da yapılan iddiaya göre “devlet aklı” jeopolitik bir perspektifle Ortadoğu’daki gelişmelerin gideceği yeri gördü ve ABD ile İsrail’in planlarını bozmak için ön alıcı bir hamle yaptı. O plan ise önce Suriye ve İran’ın ardından da Türkiye’nin parçalanması ve ABD/İsrail eksenli bir Kürt devletinin kurulmasıydı. İşte devlet bu yeni süreçte Öcalan üzerinden PKK’ye silah bıraktıracak ve “iç cephe”yi sağlamlaştıracak, ABD destekli İsrail saldırganlığına şimdiden dur demiş olacaktı.
Eğer yeni bir süreç olur ve somut birtakım gelişmeler yaşanırsa kuşkusuz bu eninde sonunda bir yerinden Ortadoğu’ya bağlanacaktır; çünkü Kürt sorunu bir Ortadoğu sorunudur, yani bölgeseldir. Ancak bunun böyle olması sürecin iddia edilen jeopolitik kaygıların bir ürünü ve “devlet aklı”nın bir tasarımı olduğu anlamına gelmeyebilir. Çünkü her şeyden önce ortada gelişmeleri böylesine rasyonel bir perspektifle okuyabilen ve uzun vadeli planlamalar yapabilen bir akıl olup olmadığı meçhuldür. Hele bir de iktidarın yeni-Osmanlıcı politikalarının ve emperyal heveslerinin hepsi hakikatin duvarına çarpıp iflas etmiş, Mısır’da, Suriye’de ve Libya’da ağır yenilgiler almışken, bu iktidara böyle bir akıl atfetmek pek mantıklı görünmemektedir.
Dahası böyle bir jeopolitik aklın varlığını kabul, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkileri, alttan alta devam eden ticareti, İsrail’in yakın dostu Azerbaycan’la Türkiye’nin yakınlığını, petrol akışının kesilmemiş olmasını vs. görmezden gelmek anlamına gelir ve bu iki ülkeyi birbirine sahiden düşman olan ülkeler olarak kodlamayı gerektirir ki bu doğru değildir. Çünkü her iki ülkenin yönetici sınıfları da Amerikancı/Atlantikçidir ve o eksenin kodları dışında hareket edemezler, bu da düşmanlığın sınırlarını belirler.
Öte yandan İsrail saldırganlığının öngörülebilir bir gelecekte Suriye, İran’ı ve Türkiye’yi parçalayacağı ve bir Kürt devletinin kuruluşuyla sonuçlanacağı iddiası üzerine de düşünmek gerekmektedir. Emperyalizmin projeksiyonları arasında bölgede Atlantik eksenli bir Kürt devletinin kurulması olabilir ama bunun hayata geçirilmesi bütünüyle güç dengelerine bağlıdır ve bu da hiç öyle kolay görünmemektedir. Örneğin ABD bugün İsrail’in bir bölgesel savaş çıkarmasına izin vermemekte, İsrail ve İran’ın doğrudan karşı karşıya gelmesini istememektedir. İsrail’in İran’a yönelik son misillemesinin boyut ve sınırları da şu an için böyle bir karşı karşıya gelişin olmayacağını göstermektedir. Aynısı Suriye için de geçerlidir, henüz Lübnan’da Hizbullah’la baş edemeyen ve kara savaşındaki gücünün ne olduğunu gördüğümüz İsrail’in Suriye ordusuyla karşı karşıya geleceği bir cepheyi açma ihtimali zayıftır. İsrail cihatçıların Halep ve civarına yeni bir saldırı gerçekleştirmesini destekleyebilir ama orada da Rusya çok net bir tavır sergilemekte ve böyle bir duruma müdahil olacağını açıkça söylemektedir.
Dolayısıyla yeni sürecin “devlet aklı”yla ve jeopolitik bir bakış açısının ürünü olarak şekillendiği, amacın da ABD’nin ve İsrail’in planlarını bozmak olduğu yönündeki düşünce, iktidara hem sahip olmadığı bir akıl hem de sahip olmadığı bir anti-emperyalizm atfetmekte ve böylece sürecin kitleler nezdinde meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir.
Peki niyet nedir, yeni bir çözüm süreci, eğer başlayacaksa tabii, hangi ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır?
Olayların arkasındaki karmaşık dinamikleri görmek ve anlamak elbette ki önemlidir ama sadeleşmek de iyidir; meseleye en sade haliyle baktığımızda gördüğümüz şey ise Erdoğan’ın ömrü vefa ettikçe o koltukta oturmaya devam etmek istemesi ve Erdoğan’sız varlığını devam ettirmesi imkânsız olan yeni rejimin bunun için bir formül arayışına girmesidir.
Bu ise basitçe ve sadece Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi meselesi değildir. Bugün iktidarın topluma anlatabilecek yeni bir hikâyesi kalmamıştır, insanlara vaat edebileceği yeni hiçbir şey yoktur. Şimşek programı halkın boğazını sıkmaya devam etmekte, yoksulluk derinleşmektedir ve hem Erdoğan’ın hem de AKP’nin toplumla kurduğu bağlar ve o bağların kurulduğu mekanizmalar giderek zayıflamaktadır, esas mesele budur.
Dolayısıyla yaşanan şey adını koymak gerekirse rejim açısından bir “hegemonya bunalımı”dır ve yeni çözüm sürecinin esas hedefi de yaşanan bunalıma bir çare bulmak, yeni bir hegemonya projesini “yeni anayasa” ve “teröre silah bıraktırılması” gibi söylemler üzerine inşa etmektir. Bu esnada Şimşek programı için de zaman kazanılmakta, programa yönelik tepkiden kaynaklı herhangi bir sosyal patlamanın engellenmesi de hedeflenmekte, her türlü kitlesel hareket daha baştan boğulmak istenmektedir. “İç cepheyi güçlendirmek”, zayıflayan hegemonyayı güçlendirme arayışından başka bir anlama gelmemektedir yani.
Erdoğan buradan başarıyla çıkıp istediğini alabilir mi peki? Elbette ki bu soruya kesin bir yanıt vermemiz mümkün değil şu an için; ancak yine de olasılıkları konuşabilir, birtakım tahminlerde bulunabiliriz.
Her şeyden önce muhalefetin Şimşek programına dokunmama ve o programa karşıtlık üzerine bir siyaset üretmeme yönündeki sessiz mutabakatı Erdoğan’ın elini güçlendirmektedir. Çünkü programın yoluna devam etmesi için toplumsal tepkilerin minimize edilmesi gerekmektedir ve bu şu an için başarılmış durumdadır. Program, tarihte ancak darbe dönemlerinde görülebilecek bir muhalefetsizlikle yoluna devam etmektedir; ancak yine de kamuoyunun sürekli başka gündemlerle meşgul olması ve başka gündemler üzerinden bölünmesi, kutuplaşması gerekmektedir. İşte yeni anayasa ve yeni çözüm süreci tartışmaları daha şimdiden gözlemlenebildiği üzere bunu başarmış durumdadır, yaşanan kriz ve derin yoksulluk siyasetin esas meselesi olmaktan çıkarılmıştır ve bu da iktidarın en çok arzu ettiği şeylerden biridir.
Aynı muhalefetin “anayasaya uymayanlarla yeni anayasa yapılamaz” kesinliğine sahip olmaması ve “ilkesel olarak bu iktidarla barış yapılamaz” dememesi de yine iktidara yaramakta, iktidarın kendi meşruluk zeminini yeniden üretmesine fayda sağlamaktadır. Az önce söylemiş olduğum üzere iktidar hegemonya bunalımına çare aramakta ve bunun için adımlar atmakta, muhalefet ise o bunalımı derinleştirecek hamleler yapmak yerine bir tür “çare ortağı” gibi hareket etmektedir. Dolayısıyla Erdoğan bu başlıkta da avantajlı bir konuma sahiptir; 31 Mart seçimlerinde ortaya çıkan siyasi tablo muhalefet tarafından “normalleşme” adı altında pasifize edilmiş, ülke bir erken seçim konjonktürüne bilinçli bir şekilde sokulmamıştır.
Süreç, daha başlamamışken bile muhalefet içerisindeki ayrım ve çatlakları güçlendirmiş ve örneğin şu an için ortak bir cumhurbaşkanı adayı çıkarılmasını imkânsız hale getirmiştir. Hatta daha da ileri gidelim, Özel, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş’ın gelişmeler karşısındaki tutumlarına baktığımızda gördüğümüz üzere CHP’nin bile tek bir aday üzerinde uzlaşması zora girmiştir. Dolayısıyla Erdoğan ve Bahçeli muhalefeti daha da parçalamak için buraya oynamaya devam edeceklerdir.
Yine de tüm bunlar sürecin pürüzsüz bir şekilde ilerleyeceği anlamına gelmez. Öcalan’a ne verilecektir de silah bırakma çağrısı yapacaktır örneğin? Meclis kürsüsünde konuşma ve sonrasında “umut hakkı”ndan yararlanma biraz fantezi gibi görünmektedir; ev hapsi ve görüşlerini kamuoyu ile paylaşma olanağı ise daha gerçekçi görünmektedir. Bu söz konusu olsa bile PKK Öcalan’ın vereceği talimatlara kesin olarak uyacak mıdır? Silah bırakmayı kabul edecek midir? Bunun için hangi talepleri masaya sürecektir? Yeni anayasaya Kürtleri memnun edecek bir ibare ya da madde eklenmesi mümkün olacak mıdır? Tepkisel milliyetçilik dalgası göğüslenebilecek midir?
Bunların hepsi birer soru olarak karşımızda durmaktadır ve önümüzdeki dönemde kısmen de olsa yanıtlanacaktır. Ancak esas görülmesi gereken, iktidarın “çözüm” diyerek kendi hegemonya bunalımını çözme, “iç cepheyi güçlendireceğiz” diyerek de zayıflayan hegemonyasını yeniden güçlendirme arayışında olmasıdır. Bunun böyle ele alınmadığı her siyasi tutum iktidarın ömrünü uzatmasına yardımcı olmaktan başka bir anlama gelmeyecektir.