'Şu an milyonlarca hektar ormanın yanması olarak ödediğimiz bedelin gerisinde, bir kez daha söylemek gerekirse İslamcılıkla piyasacılığın, dinci gericilikle neoliberalizmin sentezi var.'

Yangını söndürmek

Toplumsal ve siyasal “çürüme”den bahsederken karşımıza Marmara Denizi’ndeki müsilaj, ülkenin “yangın yeri” olduğunu anlatmaya çalışırken karşımıza orman yangınları çıktı. Çürüme de ülkenin yanıyor olması da metafor değil, hakikatin ta kendisi artık.

Günlerdir devam eden yangınların ekonomi-politiğine baktığımızda tam olarak gördüğümüz şey, bir kez daha, Türk Hava Kurumu’nun kayyum atanarak içinin boşaltılmasından orman yasalarına, uçak kiralama sisteminden özelleştirmelere uzanan bir genişlikte, İslamcılıkla piyasacılığın o yıkıcı birlikteliğinden başka bir şey değil elbette ki.

İktidar yürüyüşüne başladıkları 1990’larda Türk Hava Kurumu İslamcılar açısından sembolik hedeflerden biriydi ama 1925 yılında Atatürk’ün emriyle kurulmuş olması değildi sadece bunun nedeni. Tarikatlar, cemaatler, İslamcı dernekler, vakıflar açısından kurban derilerinin toplanmasından elde edilen para çok büyük bir finansman kaynağı anlamına geliyordu ve kurban derisi toplama yetkisi de resmi olarak THK’ya verilmiş durumdaydı. Her Kurban Bayramı’nda İslamcılar THK ile deri toplama rekabetine girişirler ve bu esnada da “derilerinizin paraları içki sofralarına gidiyor, derileri bunlara verirseniz kurbanlarınız kabul olmaz” şeklinde propaganda yaparlardı.

İşte o İslamcılar 2000’lerde iktidara geldi ve 2013 yılında kurban derisi toplama yetkisi THK’dan alınarak isteyen her kurumun deri toplayabileceği yönünde bir düzenleme yapıldı. Hem İslamcı yapılanmalara finans kaynağı yaratmak hem de Cumhuriyet’ten rövanş almak adına atılan bu adımdan sonra kurum büyük gelir kaybına uğradı ve içi boşalmaya başladı.

2019’da İzmir’deki orman yangını esnasında ise THK’ya ait yangın söndürme uçaklarının neden kullanılmadığı yönündeki bir soru üzerine bakan Pakdemirli uçakların kullanılacak durumda olmadığını söyleyince, bir THK yetkilisi kurum bünyesindeki 5 uçağın yangınlara müdahale edebilecek durumda olduğu ve uçaklarda herhangi bir sorun bulunmadığı yönünde bir açıklama yaptı.

Tartışmaya noktayı koyan elbette ki Erdoğan oldu. Erdoğan’ın “yahu bu adam zaten mezarlığa dönüştürmüş Türk Hava Kurumu'nu. Oradaki uçakların motorları, pervaneleri yok. Yani rezillik diz boyu. Şimdi büyük ihtimalle şurada birkaç gün içerisinde orayı da masaya yatıracağız. Yani bu Türk Hava Kurumu ile bir yere varamayız" demesinin ardından THK’ya kayyum atandı. Şimdilerde o kayyum yangınların söndürülmesiyle değil, kurumun içinin boşaltılmasının idaresiyle meşgul; çünkü 2020 yılında yapılan bir düzenlemeyle THK’ya ait hava araçları ve taşınmazlar satışa çıkarıldı.

Aynı kayyum geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada uçakların uçabilmesi için 4 milyon dolar masraf yapılması gerektiğini söyledi ve havuz medyası da bu açıklamanın üzerine atladı. Oysa görmezden gelinen bir şey vardı: Yangın söndürme işi özelleştirmeye açılmış, THK uçaklarının girmesine izin verilmeden yapılan ihalede 153 günlüğüne üç Rus uçağı kiralanmıştı ve bunun maliyeti de 203 milyon lira, yani yaklaşık 24 milyon dolardı. Yani THK uçaklarının bakım onarım masrafının altı katı, kiralık uçaklara ve ihaleyi kazanan şirkete ödenmişti.

Geçerken, neyle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlamak açısından birkaç ay önceki gazetelerde yer alan bir haberi de ekleyelim buraya: Bir tane bile yangın söndürme uçağı olmayan Orman Genel Müdürlüğü, Türkiye çapındaki 28 bölge müdürlüğüne 28 cip almış ve bunlar için 60 milyon lira civarında bir ödeme yapmıştı.

Ancak mesele hangarlarda bekletilen ve yardım talebinde bulunulan ülkelerin aynısını gönderdiği uçaklar değil elbette ki tek başına. Bir Cumhuriyet kurumundan rövanş alma, yangın söndürme işini piyasalaştırma ve araç kiralama yöntemi ile kamuyu zarara uğratma da değil sadece söz konusu olan;  bir de ormanların ranta ve piyasanın talana açılması söz konusu.

Dünkü BirGün’de yer alan habere göre bu iktidar döneminde Orman Kanunu’nda tam 28 kere değişikliğe gidildi ve bu değişikliklerle orman alanları daraltılırken, orman alanlarına tesis yapılmasına izin verilmesinden tutun da mesire yerlerinin kiralanmasına, turizm yapma izninden tutun da yapılaşmaya açmaya, ormanlar piyasacı bir mantığa tabi kılındı ve sermayenin kullanımına açıldı.

İşte tam da yangınların başladığı günlerde yapılan son yasal düzenlemeyle, orman alanlarındaki yapılaşma yetkisi Orman Bakanlığı’ndan alınarak Kültür ve Turizm Bakanlığı’na verildi. Hangi alanların bu kapsama gireceğine ise bizzat Cumhurbaşkanı karar verecek.

Dolayısıyla şu an milyonlarca hektar ormanın yanması olarak ödediğimiz bedelin gerisinde, bir kez daha söylemek gerekirse İslamcılıkla piyasacılığın, dinci gericilikle neoliberalizmin sentezi var. Türkiye özellikle son yirmi yılda kamu, kamuculuk, kamusal çıkar gibi mefhumları yitirdi, özelleştirmeci ve piyasacı aklın güdümüne girdi. Bir de buna İslamcılığın rövanşist icraatlarının ve inşa ettiği yeni rejimin kurumsallığı ve liyakati ortadan kaldırması eklenince sonuç büyük, çok büyük bir felaket oldu.

Yazının başında bu orman yangınlarıyla birlikte “ülke yangın yeri” demenin bir metafor olmaktan çıkıp hakikatin ta kendisi haline geldiğini söylemiştik. Ama yine de,  bu yangının ormanlarla kalmayıp toplumsal ve siyasal yaşamın bütününe sirayet etmek üzere olduğu yönünde bir metafora başvurabiliriz. Evet, bugün ormanlar fiziki olarak yanıyor ama meselemiz sadece bu değil, ekonomik krizin derinleşmesinden toplumsal fay hatlarının kırılmaya yaklaşacak kadar gerilmesine uzanacak bir şekilde tüm ülkeyi ve toplumu kuşatacak bir yangın da kapının önünde hazır bekliyor.

Orman yangınları bize bir yanıyla felaketin nasıl ekonomik ve siyasi bir ranta dönüştürülmek istendiğini ama bir yanıyla da “devletin çözülüşü”nü gösterdi, yangın bölgesinde devlet sözünü ettiğim rant adına bir yandan yokluğuyla kendini var etmek istedi ama bir yandan da yeni rejimde ortaya çıkan devlet mimarisinin yangına müdahaleyi nasıl zorlaştırdığı çok net bir şekilde ortaya çıktı.

Bu çözülüş tablosu kaçınılmaz olarak bunun bir “toplumsal çözülüş”ü de tetikleyebileceğinin sinyallerini verdi ve hem havuz medyasının hem de sosyal medyadaki birtakım faşist unsurların kışkırtmasıyla toplumsal öfke manipüle edilerek Kürtlerle göçmenlere yöneltilmeye çalışıldı. Bu ise eğer gerçekten istenirse, toplumdaki öfkenin milliyetçilik üzerinden ve “derin” odaklar tarafından çok kolay bir şekilde bir manipülasyona maruz bırakılabileceğini ve ülkeyi iç savaşa kadar götürebilecek bir sürecin başlatılabileceğini ortaya koydu.

İster iktidarda kalmak için isterse de yeni alternatifler yaratmak adına, bu öfke manipülasyonunun birden fazla aktör tarafından siyasal stratejinin bir parçası olarak denkleme dâhil edildiği bir konjonktürde, çok net bir şekilde buraya müdahale etmeyi ve o öfkeyi doğru bir şekilde politize ederek doğru bir mecraya akıtmayı hedefleyen bir siyasete ihtiyacımız var.

Toplumsal öfkenin etnik ya da mezhepsel çatışmaların önünü açmasını ve ülkenin bunun üzerinden dizayn edilmesini engellemenin yolu, bir yandan sömürü düzenini hedefe yerleştiren bir sınıf siyasetini, bir yandan da topluma bu düzenin dışında başka bir alternatif sunulmasını zorunluluk haline getiriyor.

Türkiye Komünist Partisi’nin karınca kararınca ama kolektif aklın, örgütlülüğün ve dayanışmanın ne olduğunu incelikli bir şekilde ortaya koyacak şekilde Manavgat yangınında semt evleri üzerinden başardığı iş, bir model olarak önümüzde duruyor. Kurulan kriz masası, ihtiyaçların ve bunların kimlere, nasıl ulaştırılacağının tespiti, yapılan organizasyon ve bununla halka doğru bir şekilde gidebilme, ihtiyaç duyduğumuz siyasetin bir nüvesini oluşturuyor.

Toplumda bir yandan eşitlik, adalet ve özgürlük taleplerini yükselten ama öte yandan da halka dokunan ve onu da harekete geçiren bu tür somut işlerle, mahalle mahalle, semt semt toplumsallaşan ve başka omuzlarla yan yana gelebilen, çoğalan, büyüyen bir siyaset,  öfkenin manipülasyonu üzerinden çıkarılmak istenen yangına karşı elimizdeki tek aracı oluşturuyor. Yangının çıkmasını engellemek de yangını söndürmek de bizim ellerimizde.