Topluma yönelik öyle bir hafızasızlaştırma operasyonu yürütülüyor ki, bazı gelişmeler bizim cephemizden bu operasyona 'dur' demek adına da bir fırsata dönüşüyor.
Gülen’in önceki günkü ölümü aslında tam da böyle bir fırsat…
Ülkemiz bundan yıllar sonra cemaat ve tarikatların neden olduğu tahribat dolu yılları konuştuğunda kuşkusuz akla gelecek ilk isimlerden biri olacak Fethullah Gülen.
Ölümünün ardından eski arkadaşları, yandaşları, AKP’li ve liberal destekçileri ikiyüzlü sevinç naraları attı.
Ama biliyoruz ki, hepsi oradaydı!
Bu ülkede çocukları, kadınları, gençleri hedef alan karanlık ağ, en çok onların uğursuz ittifakı döneminde güç kazandı. Adaletsizlik zirve yaptı, keyfe göre siyasi operasyonlar bu ittifak döneminde adeta sıradan, rutin bir hal aldı. Emekçilerin, halkımızın üzerine üzerine gidildi, patronlar ülke tarihinin en büyük kâr rekorlarını kırdıkları dönemleri yaşadı.
Ve belki de en önemlisi, onların ittifakları Cumhuriyet'in tasfiyesiyle sonuçlandı…
Dolayısıyla 'hepiniz oradaydınız' diyerek hafızasızlaştırmaya karşı bir direnç örülmesi gereken günlerdeyiz.
Bu yazıda uzun uzun Gülen-AKP ittifakını, bunun tüm kritik dönemeçlerini anlatma şansımız yok, böyle bir niyetimiz de. Ancak tarihten bir yaprak ve üç isim seçip, bir dosyayı kısaca yeniden hatırlatmak, bu ittifakın doğduğu zemini yeniden gündem etmek istiyoruz.
AKP-Cemaat ittifakı nasıl başladı?
Danıştay saldırısı, Dink suikasti, Zirve Yayınevi cinayeti, e-muhtıra, Cumhuriyet mitingleri ve kapatma davası…
Tüm bu başlıklar bu düzen için hem kriz hem de bir olanak anlamına geldi.
Artık ayak bağı olarak gördükleri Cumhuriyet’ten kurtulmak, Yeni-Osmanlıcı yayılma hayallerini gerçekleştirmek için ortaklaştıkları zeminde AKP iktidarı doğdu.
Krizi ve olanakları gördüler, harekete geçtiler.
Bu süreçte 2002-2007 bir tür hazırlık, 2007 sonrası ise icraat dönemi anlamına geldi.
2007 ile açılan yeni perdede AKP’nin en büyük ortağı, düzen tarafından bunun için yıllardır hazırlanan Gülen Cemaati oldu.
ABD emperyalizmi ve Türkiye sermaye sınıfı tam boy yanlarındaydı, buradan da cesaret alarak ortak hedeflerine kilitlendiler.
O ortak hedef, 1923’te kurulan Cumhuriyet'in tasfiyesiydi.
Tam da bu kuruluş zemininin nasıl işlediğini kritik bazı başlıklar üzerinden, şimdilerde farklı noktalarda olsalar da, dönemin AKP-Cemaat destekçisi isimlerinin yazılarıyla hatırlayalım…
Ümraniye ve Gül'ün rahatlığı
İlk olarak söz dönemin Taraf gazetesi yazarı, şimdinin DEM Parti vekili Cengiz Çandar’a ait:
“Bazı köşe yazıları kayda geçirmek için yazılır. Bu, onlardan biri. Gecikmeden, ‘Zekeriya Öz’e teşekkür’ yazısı. 2007 yılında seçime yaklaşık bir ay kala, bir haziran akşamı dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile uluslararası bir toplantının ardından İstanbul’da Çırağan Oteli’nin bahçesinde gecenin çok geç vaktinde baş başa sohbet ediyordum. Hrant Dink öldürülmüştü. Birçoğumuzun üzerine can güvenliği kaygısı karabasan gibi çökmüştü. Abdullah Gül’ün kişiliği de müdahale edilen Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde ağır saldırılar altında kalmıştı. Gül’e kaygılarımı ve 22 Temmuz seçimlerinin gerçekleşebilmesi konusunda birçoğumuzun ortak kaygısını aktardığımda, yüzüme hayretle bakmış ve Ümraniye’de bulunan silahlar ve bombalar ile ilgili başlayan soruşturmaya atıf yapmıştı.”
Gerçekten kayda geçmesi gereken bir yazı!
Gül’ün rahatlığının kaynağı, Cemaat’in AKP-ABD-sermaye sınıfı ortaklığıyla başlattığı Ergenekon ve sonrasında devam eden operasyonlar süreciydi.
Cemaat sadece AKP’yi ve Gül’ü rahatlatmakla kalmadı, aynı zamanda akılsızlaştırmanın da ana aktörü oldu. Gülen Cemaati bu dönemde kendini 'sol' olarak tanımlayan bazı örgütleri dahi kendi yörüngesinde fikir yürütür hale getirdi. Onlara göre derin devlet temizleniyordu, Türkiye demokratikleşiyordu, Kemalist vesayet yok ediliyordu…
Oysa ortaklığın kaynağı Cumhuriyet'in tasfiyesi, tasfiyenin aracı da siyasi operasyonlardı.
‘Alnı secdeye değenlerin ittifakı’
Bu bağlamda gelişen ortaklığın zeminini dönemin Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu üzerinden okuyalım şimdi:
"27 Nisan muhtırası ve 2007 seçimlerini takiben açılan kapatma davası AK Parti’yi devlet alanında çıplak bıraktı. Üzerini örtebilecek tek örgütlü güç ise Cemaat'ti. Cemaat'in tehdit algısı ve siyasi örgütlenmeye yönelişiyle, AK Parti’nin askerle karşı karşıya kalışının paralelliği beklenen sonuca yol açtı. Polis ve adliye içindeki Cemaat yapılanmasıyla AK Parti’nin arayışları buluştu. Bu buluşma AK Parti için siyasi bir ittifak değil, baskı ve hukuksuzluk karşısında doğal, meşru ve olması gereken bir durumdu. Başbakan açısından "alnı secdeye değenlerin adalet ve hukuk arayışı etrafında buluşması"ydı... Bu çerçevede darbe girişimlerine, siyasi iktidarın siyasi ve sosyolojik varlığına karşı imha çabalarına verilen cevaplarla 2008 tarihinden itibaren yeni bir sayfa açıldı. Ergenekon adli süreci bu dönemi simgeleyen ilk hamleydi.”
“Alnı secdeye değenlerin” ittifakı ülke tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin kapısını açtı. İşçi sınıfına, emekçilere yönelik saldırılar giderek arttı, hukuksuzluk düzenin en temel enstrümanı haline geldi, gerici saldırı ülkenin her yerine yayıldı.
İttifakın harcı Cumhuriyet'in tasfiyesiydi, bunu da elbirliğiyle başardılar.
AKP’yi kapatılmaktan kim kurtardı?
Ve son olarak yazının başlığındaki dosyaya uzanalım…
Laiklik ve Cumhuriyet düşmanlığında çok net ve kararlı olan, bunun için Gülen’in, ABD’nin ve Türkiye sermaye sınıfının desteğini alan AKP, bir kapatma davasıyla karşı karşıya kaldı hatırlayacağınız üzere.
Peki, bu davanın nasıl bir hukuksuzlukla sonuçlandırıldığını hatırlayan kaldı mı?
Pek sanmıyoruz…
Bugünlerde “silahlı terör örgütü üyesi” olarak hakkında hüküm verilen Ekrem Dumanlı’ya gidelim şimdi de:
"Açık söylemek gerekirse kapatma yönünde çıkacak bir karar Türkiye'yi çok ciddi bir sıkıntının içine atar. Demokrasimiz çok ağır bir yara alır ve kapatma kararı demokrasi tarihine maalesef 'yargı darbesi' diye kaydedilir. Aylardır ifade edilen 'jüristokrasi', 'yargıçlar devleti' gibi üzücü yakıştırmalar halk tabanında yaygınlık kazanır ve hukuk sistemimiz bu ağır ithamdan yakasını en az çeyrek yüzyıl daha kurtaramaz. AYM'nin 367 kararı bile kuruma duyulan güveni temelden sarsmıştı. Şimdi her iki seçmenden birinin oy verdiği; üstelik AB reformları konusunda köklü reformlar yapan bir partinin kapatılması söz konusu."
Cemaat’in has adamlarından biri olan Dumanlı, AKP’nin yanında duran örgütüyle birlikte AKP’nin kapatılmasını engelleyen ana unsurlardan biri oldu. Tabii ki yukarıda sıraladığımız ana aktörlerin desteği ve yönlendirmesi sayesinde…
Şimdilerde herkes unutmuş durumda, gelin o süreçteki Cemaat payını kısaca hatırlatalım.
AKP’nin kapatılması sadece bir oy farkıyla engellenmiş, aradan yıllar geçtikten sonra Cemaat’in o dönem oy kullanacak tüm AYM üyelerini dinlediği ortaya çıkmıştı.
Cemaat önce AYM’ye soktuğu kendi adamları üzerinden AKP’nin kapatılmasına karşı bir duvar örmüş, sonra da en klasik yöntemiyle, hukuksuz dinlemelerle AYM üyelerinin özel hayatlarına dahil olup, bunları da çok muhtemeldir ki kapatmaya karşı pozisyon almaları için kullanmıştı.
Peki, bunu yapan Cemaatçiler bu nedenle yargılandı mı? Tabii ki hayır…
Sonrası mı?
Önce elbirliğiyle Cumhuriyet'i tasfiye ettiler, sonra ülkeyi kanlı bir iç hesaplaşmaya sürüklediler. 15 Temmuz aynı zamanda bunun da zeminidir ve ölüp giden Gülen kadar, AKP iktidarı, patronlar ve ABD’nin de doğrudan eseridir.
Gülen ölse de hesaplaşılması gerekenler orta yerde duruyor, yeniden inşa edilmesi gereken de…
Burada son sözleri eski ortaklara, Erdoğan ve Gülen’e bırakalım:
"Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkan olsa mezardakileri bile kaldırarak o referandumda 'Evet' oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kalkarlar da, ben zannediyorum ruhları koşar da.” (2 Ağustos 2010-Gülen)
"Dünyanın dört bir yanından Okyanus ötesinden bu sürece destek veren tüm kardeşlerimi kutluyorum. Ne yapayım, buradan Okyanus ötesine mesajlar olduğuna göre bizim de bu mesaja bir karşılığımız olması lazım." (12 Eylül 2010-Erdoğan)
Beraber yürüdüler bu yolları…