"Ulusal bir mesele olan Kürt sorunu ümmetçi/dinsel bir perspektifle çözülemeyeceği gibi emperyal hedefler peşinde koşmak da çözümü, yani barışı beraberinde getirmez."

Türkiye büyümezse küçülür mü? 

Milliyetçilik literatürünün üzerinde geniş bir mutabakat sağlanmış kabullerinden biri ulusların milliyetçiliği değil, milliyetçiliğin ulusları yarattığı yönündedir. Yani tarihsel olarak sahneye önce milliyetçilik çıkmış, milliyetçi entelektüeller, tarihçiler, dilbilimciler ve sonra da devletler ulusları yaratmışlardır. 

Bu kabul doğrudur; yani bundan iki yüz yıl öncesine kadar dünyanın hiçbir yerinde hiç kimse kendisini “ulus” adlı bir kolektif kimliğin parçası olarak görmemekte, buradan bir kolektif aidiyet geliştirmemekte ve “İngiliz, Alman, Fransız, Türk, Kürt” diye tarif etmemektedir, çünkü ortada henüz ulus diye bir şey yoktur. 

Bu söylediklerimiz etnik olarak İngilizlerin, Almanların, Fransızların, Türklerin, Kürtlerin vs.nin iki yüz yıl öncesine kadar var olmadıkları anlamına gelmez. Bunlar belli bir soydan gelip belli bir coğrafyada yaşayıp belli bir dili konuşmaları anlamında elbette ki birer etnik grupturlar ama bir kolektif kimlik ve aidiyet duygusu olarak İngilizlikten, Almanlıktan, Fransızlıktan, Türklükten, Kürtlükten söz etmemiz mümkün değildir. Bu kimlik ve aidiyet duygusu modern zamanlarda, modern devletlerle ve elbette ki kapitalizmle birlikte icat ve inşa edilecektir. 

Marksizm açısından da ulus bir icat ve inşa sürecidir ve Marksizmin temel analiz birimi ulus değil sınıftır; yani Marksistler dünyayı farklı ulusların birbirleriyle mücadelesi üzerinden değil, sınıflar mücadelesi üzerinden okudukları gibi, ulusu ve ulusal birlik ve ulusal çıkarlar gibi kavramları da sınıf mücadelesinin üzerine örtülmüş bir örtü olarak görürler. Milliyetçilik her zaman bir illüzyon yaratır ve egemen sınıfın çıkarlarını ulusal çıkarlarmış gibi gösterir, “milli birlik, beraberlik” söylemi de sömürüyü gizlemek için kullanılır.  

Tüm bunlar elbette ki Marksistlerin yirminci yüzyıl boyunca tanıklık edilen ulusal devrimlere ve ulusal kurtuluş hareketlerine kayıtsız kaldıkları anlamına gelmez; çünkü bu devrimler hem sömürgeciliğe ve emperyalizme darbe vurma hem de gerçekleştikleri coğrafya açısından tarihsel bir ilerlemeye tekabül edip sosyalizme giden yolu kısaltma potansiyeline sahiptirler. 

Ulusal sorun ve ulusal kurtuluş mücadeleleri söz konusu olduğunda Marksist literatüre ve sosyalist siyasete yapılmış en ünlü katkı “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” kavramsallaştırmasıyla Lenin’den gelmiştir. Lenin, “halklar hapishanesi” diye de adlandırılan Rusya’nın ve Birinci Dünya Savaşı sonrasının dünya konjonktürüne bakarak bu kavramı ortaya atmış ve uluslararası ölçekte bir etki yaratmıştır. O tarihten itibaren de tıpkı bizim Milli Mücadele örneğinde olduğu gibi ulusal kurtuluş hareketleri sosyalizmin doğal müttefiki olarak kabul görmüş ve desteklenmiştir. 

Bu hak “ayrılık hakkı”nı da içermektedir ve esas tartışmalı başlık burasıdır; Lenin’e göre bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı, birlikte yaşadığı egemen ulustan ayrılma ve kendi ulus-devletini kurmayı da kapsamaktadır. Ancak bu hakkın tanınması ile bu hakkı talep eden öznenin kayıtsız şartsız desteklenmesi arasında çok ince bir ayrım vardır; sosyalistler tarihten, konjonktürden, verili sınıfsal kompozisyonlardan ve güç ilişkilerinden azade bir tutum alarak her ne olursa olsun ayrılıkçı özneyi ve onun taleplerini savunmazlar, söz konusu ulusal mücadelenin sınıf mücadelesiyle bağlantısına, sosyalist devrim ve iktidar hedefiyle olan ilişkisine, o hedefe yaptığı katkıya, iç ve dış güç dengelerine ve emperyalizmin mevcut yönelimlerine bakarlar, ona göre bir tutum sergilerler. 

Zaten Lenin de bu ayrıma gider ve şöyle der: 

Her ulusun ayrılma hakkı için ‘evet’ ya da ‘hayır’ biçiminde bir yanıt istemek, pek pratik bir tutum gibi görünmektedir. Gerçekte bu saçmadır; böyle bir tutum teoride metafizik bir anlayışı gösterir, pratikte ise proletaryanın burjuvazinin siyasetine boyun eğmesi anlamını taşır. Burjuvazi her zaman kendi ulusal istemlerini ön plana çıkartır. Bunları kesinlikle ileri sürer. Ama proletarya için bu istemler sınıf savaşımının çıkarlarına bağımlıdır. 

Dolayısıyla hakkın mevcudiyeti ve kabulü başka bir şeydir, bu hakkın kayıtsız şartsız desteklenmesi başka bir şey; Lenin’in ve sosyalistlerin tutumu açık bir şekilde ikincisinin reddi üzerine kuruludur, mesele ulusal sorunun sınıf mücadelesiyle ve sosyalizm perspektifiyle bağlantısıdır.  

***

Tüm bunları elbette ki teorik/akademik kaygılarla yazmıyoruz; şimdilerde Kürt sorunu başlığında yeniden bir “çözüm süreci”nden bahsedilmeye başlandığı ve bu da solda bir kez daha ulusların kendi kaderini tayin hakkı tartışmasını tetiklediği için yazıyoruz. 

Öncelikle şunu söyleyelim, Kürt sorunu bir “ulusal sorun”dur; yani Kürtlerin siyasal statüleriyle ve kolektif haklarıyla ilgilidir. Bu sorun teorik olarak mevcut sınırlar içerisinde eşit haklara sahip yurttaşlar olarak yaşamaktan ayrı bir devlet kurmaya kadar uzanan bir genişlikte farklı çözüm önerilerine açıktır. Çözümün ne olacağını ise iç ve dış aktörlerle güç dengeleri ve güç mücadeleleri belirleyecektir. 

Kürtler bugün uluslaşma ve ulusal mücadele bağlamında geldikleri yer itibariyle kendi kaderlerini tayin etme, yani bir ulus olarak varlıklarını nasıl sürdürecekleri konusunda hayli yol almış durumdadırlar. Dolayısıyla mesele zaten giderek zemini güçlenen bu hakkı tanıyıp tanımama değildir; mesele sosyalistlerin kendi hedefleri açısından hem Kürt siyasi hareketiyle nasıl bir ilişki kuracakları hem de nasıl bir çözüm peşinde koşacaklarıdır. 

Açık bir şekilde söylemek gerekir ki Kürt siyasi hareketi siyasi yelpazenin solunda yer almakla birlikte artık sosyalist bir hareket değildir; teorik düzeyde bakıldığında, Mouffe ve Laclau’nun “radikal demokrasi”sini sahiplenmekten tutun da Murray Bookchin referanslarına uzanacak bir şekilde liberal ve post-marksist hatta zaman zaman anti-marksist bir karakter taşımaktadır.

Pratik düzeyde ise tablo daha vahimdir; giderek milliyetçileşen ve sosyalizmden uzaklaşan Kürt siyasi hareketi, bunun kaçınılmaz sonucu olarak tıpkı Türkiye yönetici sınıfı gibi kaderini emperyalizme bağlamış ve bölgesel denklemde emperyalizmden yana saf tutmuş durumdadır. Üstelik son gelişmeler bunu daha da görünür hale getirmiştir; İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü soykırıma net bir tavır alınmaması bununla ilgilidir, ABD ve İsrail’in bölgeye dair planlarına bakıp burada “bereket” görmek bununla ilgilidir, Türkiye yönetici sınıfına “birlikte büyüyebiliriz” şeklinde mesajlar göndermek bununla ilgilidir. 

Dolayısıyla Kürt sorunun varlığı ve Kürtlerin sahip olması gereken haklar tartışılmaz bir gerçeklik olmakla birlikte, “Kürt sorunu çözülmeden hiçbir şey çözülmez” şeklindeki bir tutumla iktidarın yeni “açılım”larına destek vermek de “neylerse güzel eyler” diyerek kayıtsız şartsız, sorgusuz sualsiz bir şekilde Kürt hareketinin peşine takılıp ajandasını ajandamız yapmak da bizim açımızdan kabul edilebilir değildir. Bunu böyle söylemek ise ne iddia edildiği üzere anti-Leninist ya da ulusalcı bir tavırdır ne de Kürt düşmanlığıdır, meseleyi sosyalizm mücadelesi perspektifine yerleştirmektir. 

***

Daha da somutlayalım; bugün iktidar tıpkı 2013’te olduğu gibi ama bu sefer “ömür boyu başkanlık” adına “İslam kardeşliği” vurgulu ve emperyal heveslerle soslanmış yeni bir açılımın peşinde. Kürtlere bu sefer havuç olarak Öcalan’a özgürlükle birlikte Ortadoğu’da değişen dengeler üzerinden yeni bir partnerlik ve Türkiye’yi birlikte büyütme öneriliyor. Kürt siyaseti de bunu bir koza çevirip “ya bizle büyürsünüz ya da küçülürsünüz” diyerek Türk tarafını masaya oturtmaya çalışıyor. Yani taraflar Kürt sorununu Türkiye içerisinde değil, bölgesel bir denkleme yerleştirerek çözebileceklerine inanıyorlar. 

Peki sahiden de öyle mi? Kürt sorununun çözümü Türklerle Kürtlerin birlikte İslami bir emperyal projenin peşinde koşması mı ya da bir soru daha ekleyecek olursak Türkiye büyümezse küçülür mü? 

Bu iki sorunun da bizim açımızdan yanıtı hayır. Ulusal bir mesele olan Kürt sorunu ümmetçi/dinsel bir perspektifle çözülemeyeceği gibi emperyal hedefler peşinde koşmak da çözümü, yani barışı beraberinde getirmez. Türklerle Kürtlerin Türkiye sınırlarının ötesine uzanan, sınırları değiştirmeyi hedefleyen ve başkalarıyla savaşmaları için yapacakları bir barış, barıştan başka her şeye benzeyecektir çünkü. Türkiye’nin büyümezse küçüleceği yönündeki iddia ise onu Ortadoğu bataklığına sokup parça parça olmasına yol açmak dışında başka bir anlam taşımamaktadır şu konjonktürde.

Tüm bunları söylemek bizim Kürt sorununda bir çözüm istemediğimiz anlamına mı gelir peki? 

Bu sorunun da yanıtı açık bir şekilde hayır; istenildiği kadar indirgemeci ya da ertelemeci denilsin, biz Türklerle Kürtleri buluşturabilecek esas ortak paydanın emek olduğuna, Kürt sorununu Türk ve Kürt emekçilerin birliğinin çözebileceğine, çözümün de Türkiye topraklarında olduğuna inanıyoruz. Türkler, Kürtler ve diğer etnik gruplardan emeğiyle geçinen herkesi kapsayan bir “Türkiye işçi sınıfı” tanımı ve bundan neşet eden bir “Türkiye halkı” kurucu kimliği, sosyalist ortak vatanda, eşit ve barış içerisinde yaşamamızın sahici tek garantisidir çünkü.