Genç teğmenlerin yemini ve Türkiye’de askerden değil hep sivillerden ve sokakta duymaya alıştığımız “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı neresinden bakarsanız bakın şaşırtıcıydı.
26 Ağustos’taki Malazgirt anmalarında kuvvet komutanlarının aralarında HÜDA-PAR genel başkanının da olduğu Cumhur İttifakı bileşenleriyle yan yana poz vermeleri şaşırtıcı değildi ama geçen hafta sonu Kara Harp Okulu’ndaki mezuniyet töreninde yeni mezun teğmenlerin ettikleri yemin ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı neresinden bakarsanız bakın şaşırtıcıydı.
İlki şaşırtıcı değildi; çünkü ordu çok uzun yıllar önce “laikliğin bekçiliği” iddiasından vazgeçmiş, önce Fethullahçı kadrolaşmaya göz yummuş sonra da Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde tek kurşun atmadan bu çeteye teslim olmuş, sahte delillere dayalı kumpas davalar ve yargılamalar üzerine kurulu tasfiye operasyonuna karşı herhangi bir direnç geliştirmemişti.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından Fethullahçıların önemlice bir bölümü ordudan tasfiye edilmiş olsa da genel görünüm yine de değişmedi; AKP-MHP ikilisi orduyu büyük ölçüde kontrolü altına almayı başardı ve yeni cemaatlere de orduda alan açıldı, dinselleşme politikaları devletin bütün kurumlarında olduğu gibi orduda da devam etti. Dolayısıyla Ahlat’ta verilen poz rejimin hem dinsel hem de tek adamcı karakterine uygundu, bir kez daha net bir şekilde anlaşılıyordu ki ordu artık yeni rejimin ordusuydu.
Genç teğmenlerin yemini ve Türkiye’de askerden değil hep sivillerden ve sokakta duymaya alıştığımız “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı ise dediğim gibi neresinden bakarsanız bakın şaşırtıcıydı. Şaşırtıcıydı, çünkü her şeyden önce Türkiye’de siyasetin genel gidişatına aykırı bir görünüm taşıyordu. Rejim inşa eden bir parti olarak AKP dinselleşmeyi ordu da dâhil bütün kurumlara dayatıyorken ve her türlü atama yukarından aşağıya fire vermeyecek bir hiyerarşi içinde yapılıyorken, kameralar önünde “laik, demokratik Türkiye” üzerine yemin edebilen ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye slogan atabilen bu gençler nereden çıkmış olabilirlerdi?
Bu “tuhaf” tablo elbette ki herkesin ilgisini çekti ve muhalif cenahtaki ilk tepki “bunlar gaz almak için ordu hala Atatürkçülerin kontrolünde dedirtecek bir işe kalkışmış olabilirler mi” şeklinde oldu. Mezuniyet törenindeki görüntülere bir de kara, hava ve deniz harp okullarının üçünün de birincilerinin kadın askerler olması eklenince ortada bir propaganda çalışması olduğu yönündeki kanaat güçlendi.
Ancak bunun bu kadar basit olmadığı, İslamcı cenahtan gelen tepkilere bakarak anlaşılabiliyordu. Sadece iktidardakiler değil muhalefetteki İslamcılar da ve elbette ki Fethullahçı çete de görüntülere baktıklarında darbe gördüler ve ciddi bir rahatsızlık duydular. Elbette ki bu rahatsızlık “Türkiye’de hala darbe tehlikesi var” diyerek tabanı konsolide etmek için biraz abartılı bir şekilde dile getiriliyordu ama gerçekti, genç teğmenlerin elindeki kılıçlar İslamcıları ürkütmüştü. Bunun için de soruşturma çağrıları, ordudan atılma çağrıları, 15 Temmuz benzetmeleri havalarda uçuştu.
Peki neydi bu görüntülerin esbabı mucibesi, bu “tuhaf” tablo, bu “anomali” nereden kaynaklanıyordu?
Bugün elimizde Harp Okulları’nı hangi sınıflara ve hangi kültürel kodlara mensup ailelerin tercih ettiğine, bu genç teğmenlerin kendi kişisel hayatlarında hangi maddi koşulların ürünü olduklarına dair sosyolojik bir veri yok; çünkü Türkiye’de doğru dürüst kurumlar sosyolojisi yok ve kurumlar da bu tür çalışmalara kapalı. Yani örneğin biz 15 Temmuz sonrası subay okullarına başvuranlar kimlerdi, nasıl bir eleme sürecinden geçtiler, müfredatları nasıldı, kimlerden ders aldılar, doktrinasyon süreci neye dayalıydı, bunların hiçbirini bilmiyoruz.
Bu nedenle kesin ve bilimsel bir değerlendirmede bulunmak çok zor; ancak yine de gençliğin hepsini kesen ve hayatlarını belirleyen maddi koşulların bu gençler için de söz konusu olduğunu düşünmemiz mümkün. O yemini eden gençler, 22 yıllık AKP iktidarına yönelik özellikle son beş altı yıldır gözlemlemeye başladığımız ve aslında ekonomik krizin temelini oluşturduğu yeni bir tepkiselliğin ürünü olabilirler.
O tepkiselliğin kendini ifade edişinde ise esas olarak iktidarın dinselleşme ve sığınmacı politikalarına itiraz bulunuyor ve bu itiraz kendisini politik düzlemde yeni bir tür milliyetçilikle, seküler milliyetçilikle var ediyor. Onlardan etkilenmekle birlikte klasik Atatürkçülükten de klasik ülkücülükten de farklı, dünyadaki neo-faşist akımların argümanlarını sıkça kullanan, laik hassasiyetleri olan ama hem güvenlikçi-devletçi hem de ırkçı yanları olan bir milliyetçilik bu.
Dışarısı nasılsa kurumlar da öyledir; nasıl ki 60’lı yıllarda rüzgâr dünyada ve Türkiye’de soldan eserken ordu içerisinde de yüzünü sola dönenlerin, sosyalist fikirlerle buluşanların sayısı arttıysa, bugün de gençlik içerisinde yükselen bu yeni dalga milliyetçiliğin ordudaki yansımalarını görmemiz şaşırtıcı olmaz, dolayısıyla “diyalektik iş başında ve solun olmadığı bir konjonktürde kendisini dinselleşmenin antitezi olarak sunmayı başaran seküler milliyetçilik toplumda olduğu gibi orduda da kendisine yayılma ve tutunma zemini buluyor olabilir” diyerek o görüntüleri anlamlandırabiliriz.
Yine de İslamcılıkla seküler milliyetçilik arasındaki tez-antitez halini fazla abartmamamız gerekiyor; çünkü her iki akımın da gerçek karakteristiğini emperyalizme bakışları ve emperyalizmle kurdukları ilişki belirliyor. Bakın iktidar bir süredir ABD’yle yeni bir pazarlık düzleminde buluşmaya yönelik işler yapıyor, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerini onaylıyor, F-16 savaş uçakları alımı için anlaşma imzalıyor, S-400’lerden kurtulmak ve F-35 programına dönmek için zemin yokluyor. Filistin meselesinde ise güya ABD’ye dikleniyormuş gibi yapıyor ama ABD’nin İsrail’i korumak için Akdeniz’e yolladığı savaş gemisiyle ortak tatbikat icra ediyor, o geminin İzmir limanına demirlemesine izin veriyor.
Peki tüm bunlar olurken, Amerikan savaş gemisi İzmir’e demirlemişken, güya Filistin’le dayanışma adına kahve dükkanı ve hamburgerci basan İslamcılar ne yapıyor? Elbette ki hiçbir şey. Amerikan gemileri söz konusu olduğunda birden devreye stratejik akıl, diplomasi, yükümlülükler, sorumluluklar, itidalli davranmak geliyor. Oysa mesele bunların hiçbiri değil, mesele İslamcılığın sahte anti-emperyalizminin hakikat duvarına her rastladığında oraya toslaması ve bütün fantezi evreninin darmadağın olması, çaresiz kalması.
İslamcıların suskunluğunu görüyoruz, peki ya seküler milliyetçiler, Türkçüler, Enver Paşa’cılar, “Zulme karşı mukavemet”çiler, onlar nerede, onlardan bir ses duyabiliyor muyuz? Duyamayız, çünkü istediği kadar kendisini siyasal İslam’ın antitezi olarak sunsun, seküler milliyetçilik ya da Türkçülüğün günümüzdeki herhangi bir versiyonu, emperyalizmle de ABD’yle de herhangi bir şekilde cepheden yüzleşmeyi göze alamaz, çünkü Türk sağının bütün versiyonları geçmişte olduğu gibi bugün de ancak emperyalizmin kucağında var olabilir, ancak öyle yaşayabilirler.
Esas antitez aranacaksa bakılacak yer ise bellidir. Esas antitez, sağın karşısına çıkarılan başka bir sağcılık değildir; emperyalizmin içsel bir olgu olduğunu bilip Türkiye’nin sermaye düzenini işaret edenler, siyasetin ilk sırasına emek-sermaye çelişkisini yazanlardır, Şimşek programına karşı çıkanlar, kamucu-halkçı bir ekonomi modelini savunanlardır. Bugün emek-sermaye çelişkisinden yola çıkıp mevcut sömürü ilişkilerini ilga etmeyi hedeflemeyen hiçbir siyasi akım antiemperyalist olamaz. Esas antiemperyalizm grevlerden, boykotlardan, holding kapılarına dayanmalardan ABD gemilerine karşı “Yankee Go Home” diye bağırmalara, nöbet tutmalara uzanan yollar yapmak, köprüler kurmaktır, Türk sağından antiemperyalizm çıkması ise eşyanın tabiatı gereği imkânsızdır.