'Düzenin kendisinin 'solculaşmaya', solun diliyle konuşmaya, eşitlikten, sosyal devletten, gelir dağılımında adaletten söz etmeye her zamankinden daha çok ihtiyacı var.'

Solsuz Türkiye'ye devam mı?

Başlangıcı MHP’nin tarihsel misyonu gereği Devlet Bahçeli yaptı. Bahçeli yaptığı açıklamada Türkiye’de demokrasi olmadığı yolundaki iddialara Türk sağının o klişe “demokrasi olmasaydı…” kalıbıyla karşı çıkıyor ve “demokrasinin olmadığı bir ülkede gayri meşru Türkiye Komünist Partisi’nin veya Halkın Kurtuluş Partisi’nin seçimlerde boy göstermesi akıldışılıktır” diyordu.

Peki ya özgürlükler, Türkiye’de özgürlükler de mi ortadan kaldırılmıştı? Bahçeli’nin buna yanıtı “özgürlüklerin olmadığı bir ülkede Türkiye Komünist Hareketi’nin varlığından bahsetmek hastalık ölçüsünde saflıktır” şeklindeydi.

Ardından “tek adam ve diktatörlük” tartışmalarına geliyor ve şöyle diyordu: “HDP’nin kayyumu olan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi'yle, Sol Parti’nin ve Türkiye İşçi Partisi’nin ahlaksızca propagandası yapılan sözde diktatörlük ve tek adam rejiminde seçimlere katılabilmesi olacak şey değildir.”

Bahçeli’nin esas meselesi MHP’nin varoluş nedeni olan antikomünizm ve sol düşmanlığıyla solun güncel siyasi konumlanışını, yani bütün bileşenleriyle Cumhur İttifakı’nın tam karşısında yer almasını birleştirmekti. Zaten tam da bu nedenle konuya dair açıklamasını “Sosyalist Güç Birliği İttifakı ile Emek Özgürlük İttifakı zillet ittifakının potansiyel ortakları, birinci dereceden siyasi hısımlarıdır” diye bitiriyordu.

Ancak mesele sadece solun seçim tavrı değildi; Bahçeli’yi alarma geçiren şey solun önce ekonomik kriz ve ardından da depremle birlikte Türkiye’nin siyaset sahnesindeki görünürlüğünün artması, sol siyasetin özneleşme yolunda kat ettiği hızlı mesafeydi. Dahası toplum henüz adını doğrudan koymasa da solun değerlerine dair bir arayış içerisindeydi. İşsizliğin, yoksulluğun, alım gücü kaybının, geleceksizliğin bu kadar yaygınlaşıp derinleştiği, depremde en çok “nerede bu devlet” sorusunun sorulduğu ve devrimcilerin halkın yardımına koştuğu bir konjonktürde, dayanışma, eşitlik, adalet gibi sola ait değerlere yüzünü dönmenin kendiliğinden bir toplumsal hissiyat haline gelmesi şaşırtıcı değildi.

Bahçeli’ye bir başka ülkücü fraksiyonun liderinin eşlik etmesi de bu nedenle şaşırtıcı değildi. BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, katıldığı bir televizyon programında “Tito artığı” dediği TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ın Alman istihbaratı tarafından yetiştirilip Türkiye’ye gönderildiğini söyledi. Aile soyadının “Jusoviç” olduğunu da sanki gizli bir bilgiyi ifşa ediyormuşçasına söylediği yalanı katmerlendirmek için aynı programda paylaştı. Öte yandan Destici, bu zırvaların bütün Balkan göçmenlerini töhmet altında bıraktığını hesaplayacak bir akla sahip olmadığı için söyledikleri ters tepti, kendisi ve partisi de sözlerini toparlamak için kırk takla atmak zorunda kaldı.

Peki sadece Bahçeli ve Destici mi? Seçime giden Türkiye’de şu aralar sadece iktidarda değil muhalif cenahta da alakalı alakasız bir antikomünizm patlaması yaşıyoruz. Örneğin Sinan Oğan, Numan Kurtulmuş’un “Biz TOGG diyoruz, onlar soğan diyor” sözlerine verdiği yanıtta AKP’yi Sovyetler Birliği’ne benzeterek ve elbette ki yalan söyleyerek "tipik Sovyet kafası. Sovyetler Birliği çok güçlü silahlar, gemiler üretirken, halkın mutfağına yiyecek koyamıyordu” diyor.

Kılıçdaroğlu da bu modadan eksik kalmamak adına olsa gerek, Kırcaali ziyaretinde AKP dış politikasından söz ederken devlet politikasının partilerden bağımsız olması gerektiğini, AKP’nin partiyi devletleştirdiğini, dış politikayı şahsileştirdiğini söyledikten sonra, Nazizm ya da faşizm örnekleri orada öylece dururken Sovyetler’e saldırmayı tercih ediyor ve “aslında bu Sovyet rejimidir” diyor, AKP iktidarının kurduğu rejimi Sovyetler Birliği’ne benzetiyor.

Listeye Cengiz Çandar’ı da eklemek lazım elbette. Yeşil Sol Parti’nin adıyla tezat bir şekilde vekil adayı yaptığı Türkiye’deki en büyük sol düşmanlarından Çandar, Ruşen Çakır’la yaptığı röportajda partinin Kürt kimliğini vurgulamak için olsa da bilinçaltını açığa çıkaracak bir şekilde “Nereden baksan, Türkler yok mu bu partide, birtakım sol kuruluşlar da var. Bunlar biraz dekorasyon gibi. Partiye nereden bakarsanız oy potansiyeli olarak da söylemi olarak da geçmişi olarak da kimliği olarak da Kürt partisi tabii ki. Türk dekoratif unsurlar da var bu partide" diyor. Gelen tepkiler üzerine ise geri adım atıyor, “dekorasyon” sözcüğünü kötü anlamda kullanmadığını söylüyor ama o esnada dahi “dekorasyon güzelleştirir” demeyi ihmal etmiyor.

Tüm bunların bir merkezden yönetildiğini, belli bir plan ve program dâhilinde gerçekleştiğini öne sürecek değiliz elbette, öyle bir şey yok. Ancak “zamanın ruhu” diye bir şey var ve şunu görmek gerekiyor: Sol uzun yıllar sonra Türkiye’de düzenin radarına potansiyel bir tehdit olarak yeniden girmiş durumdadır, düzen siyasetçileri de iktidarda ya da muhalefette olsunlar solun hayaletinin Türkiye’nin üzerinde gezinmeye başladığının farkındadırlar ve bu da bilinçli ya da bilinçsiz olarak dillerine, konuşmalarına yansımaktadır.

Ne kastediyoruz peki “zamanın ruhu” derken?

Mesele Bahçeli’nin ve Destici’nin elli yıllık tecrübeleriyle solun yükseliş potansiyelinin kokusunu alıp ona ülkücü içgüdüsüyle verdikleri tepkinin çok ötesinde aslında.

Öncelikle bugün bütün dünyada kapitalizmin sınırsız ve dizginsiz bir serbest piyasacılığı kendi bekası adına tehdit olarak algılamaya başladığını, neoliberalizmin hegemonyasının sarsıldığını, devlete yeniden “sosyal adaleti tesis” misyonu biçildiğini, bunların daha yüksek sesle konuşulduğunu görüyoruz. Pandemi, ekonomik kriz, deprem derken tüm bunlar Türkiye’ye de yansıyor, burada da söylemi belirlemeye başlıyor kaçınılmaz olarak.

Kılıçdaroğlu bir yandan kapalı kapılar ardında sermayeye “size dokunmayacağız” mesajı verirken öte yandan “neoliberalizmin sonu”ndan boşuna bahsetmiyor. Ekonominin piyasacı Bilge Yılmaz’a teslim edilmesini isteyen Akşener İYİP’in seçim beyannamesi açıklanırken yaptığı konuşmada “bu eğri düzene dur diyeceğiz” cümlesini boşuna kurmuyor. Babacan bazı özelleştirmelere dair boşuna nedamet ve pişmanlıkta bulunmuyor. Düzenin kendisinin “solculaşmaya”, solun diliyle konuşmaya, eşitlikten, sosyal devletten, gelir dağılımında adaletten söz etmeye her zamankinden daha çok ihtiyacı var yani.

Bu, düzen açısından bir ihtiyaç ama 14 Mayıs sonrası olası bir iktidar değişiminde restorasyonun yıllardır söylediğimiz üzere “AKP’siz AKP rejimi” eksenine yerleştirilmesi, AKP rejiminin aşırı uçlarının törpülenerek fabrika ayarlarına döndürülmesi de kaçınılmaz. Türkiye’de düzen bugün gelinen noktada AKP rejimini bütünüyle yıkmayı göze alamaz, onu restore ederek sermaye düzeninin bekasını yeniden tesis esas hedeftir ve bu hedefle kitlelere “düzen değişikliği” vaat etmek arasında öyle kolay kolay üstesinden gelinemeyecek bir çelişki vardır. IMF’li ya da IMF’siz IMF programları, faiz artışları, kemer sıkma politikaları Türkiye’nin sermaye düzeni açısından kaçınılmazdır ama bunca yoksulluğa pansuman niyetine olsa bile birtakım çözümler üretmek de kaçınılmazdır. Bu ikisi ise dediğim gibi kolay kolay birlikte götürülemez.

Tam da bu yüzden, AKP’li ya da AKP’siz bir 14 Mayıs sonrası Türkiye’de düzen, toplumun bugünden ilk işaretleri gelmeye başlayan yüzünü sola dönme eğilimini daha baştan etkisizleştirmek, soğurmak, düzen içine akıtmak isteyecektir. Söz konusu eğilimi geniş kitlelerle buluşturmak, toplumsallaştırmak ve kolektif bir akla ve güce dönüştürmek ise sosyalistlerin işidir ve bu da ancak bağımsız bir sol siyaset ısrarıyla, düzene orasından ya da burasından eklemlenmeyi reddetmekle, bütünlüklü bir politik/ideolojik mücadeleyle mümkün olabilecektir. Türkiye’de solun yeniden yükselişi için zemin de şartlar da müsaittir, bunun yaratacağı sonuçlar ise mücadelenin konusudur.