'Sol liberalizmin yerine 'yeni bir paradigma' ancak Marksizm’le, tarihsel materyalizmle konulabilir.'

Post-Post-Kemalizm: Sınıfsızlığın sürekliliği

Türkiye’de sosyal bilimler alanında son yıllarda üzerine geniş kapsamlı ve uzun soluklu tartışma yürütülen neredeyse tek kavramın “Post-Post-Kemalizm” kavramı olduğu söylenebilir. İlker Aytürk’ün 2015 yılında Birikim dergisinde yayınlanan “Post-Post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken” adlı makalesinde kullandığı bu kavramın anlattığı şey en özet haliyle şudur: Türkiye’de sosyal bilimler alanında yapılan çalışmalara 1980’e kadar Kemalist, 1980 sonrasında ise Post-Kemalist paradigma damgasını vurmuştur, Post-Post Kemalizm ise Post-Kemalizm’in eleştirisinden yola çıkarak sosyal bilimler alanında yeni bir paradigma inşa etmeyi hedeflemektedir.

Aytürk’ün makalesiyle başlayan Post-Post Kemalizm tartışması, yakın zamanda yayınlanan ve İlker Aytürk’le Berk Esen tarafından derlenen “Post-Post-Kemalizm Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar” adlı kitapla bir kez daha alevlendi. (Aytürk&Esen, 2022) Ben de söz konusu tartışmaya bu yazıyla ve kendimi meseleyi sadece bir yerinden, “sınıf” üzerinden tutmakla sınırlayacak şekilde dâhil olacağım. Temel iddiam ise basitçe şu olacak: Post-Post Kemalizm, hem Post-Kemalist hem de Kemalist paradigmayla aynı maluliyeti, “sınıfsızlığı” paylaşmaktadır; yani Post-Post-Kemalizm de tıpkı Post-Kemalist ve Kemalist yaklaşımlar gibi analiz birimi olarak sınıftan yola çıkmamakta, sınıftan kaçmakta ve bu kaçış onun yeni, alternatif, açıklayıcı ve analitik bir paradigma olma iddiasının sınırlarını belirlemekte, onu son derece dar bir alana hapsetmektedir. Bu yazının amacı bu “ortak maluliyeti” göstermektir.

Kemalizm: Bir sınıfsızlık ideolojisi

Lozan Konferansı bir çıkmaza sürüklendiğinde ve görüşmelere ara verildiğinde toplanan İzmir İktisat Kongresi’nin hedeflerinden biri, Batılı devletlere yeni kurulacak devletin rotasının kesin bir şekilde kapitalist dünya olduğunu göstermekti, yani Kongre batıya yönelik bir “kabul çağrısı”ydı. Savaş Sovyetler Birliği’nin desteğiyle kazanılmıştı, savaş boyunca kaçınılmaz olarak anti-emperyalist, hatta bazen anti-kapitalist bir retorik kullanılmıştı ama Mustafa Kemal’in ve kurucu kadronun yönü en başından beri Batı ve kapitalizmdi. İşte Kongre aracılığıyla bu yön net bir şekilde deklare ediliyor ve bunun masaya dönüşe vesile olması bekleniyordu. Öte yandan Kongre’nin temel hedeflerinden biri, savaşı kazanan ve yeni bir devlet kuran Ankara hükümetiyle İzmir ve İstanbul burjuvazisi arasındaki ilişkileri tesis etmek, dolayısıyla yeni bir iktidar bloğunu şekillendirmekti. Dolayısıyla İzmir İktisat Kongresi, yeni devletin kuruluş sürecinde içeride ve dışarıda kapitalizme yönelimin en somut göstergelerinden biri oldu. (Boratav, 2012: 45-46, Timur 2008: 69-70)

Ancak Kongre’nin gerek toplanış biçimi gerek kimi konuşmalar, bu yönelimi “kamufle edici” bir nitelik taşımaktaydı. Kongre’ye sadece tüccar ya da sanayici kesiminden değil, “işçi” kesiminden de temsilciler davet edilmişti ve Kongre bu haliyle “korporatist” bir nitelik taşıyor; bu kesimlerin “ahenk” içerisinde çalışacakları bir ekonomi tahayyülü dillendiriliyordu. Bizde batılı anlamda sınıfların henüz ortaya çıkmamış olduğu yönündeki iddia da bunu güçlendirmek için kullanılıyordu. Mustafa Kemal Kongre’nin açılış konuşmasında yaptığı konuşmada söz konusu tahayyülü şöyle ortaya koyuyordu:

Bizim halkımız yararları birbirinden ayrılır sınıflar halinde değil, tersine varlıkları ve çalışma sonucu birbirine lâzım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada dinleyicilerim çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve işçilerdir. Bunların hangisi birbirinin karşıtı olabilir. Çiftçinin sanatkâra, sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, birbirine ve işçiye muhtaç olduğunu, kim inkâr edebilir. (https://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/turkiye-iktisat-k…)

Dönemin İktisat Vekili Mahmut Esat’ın (Bozkurt) konuşması da kurucu kadronun meseleye nasıl baktığını gayet net bir şekilde ortaya koyuyordu:

Bugünkü vaziyet-i iktisadiyemizi tahlil ile diyebilirim ki dün olduğu gibi bugün de bizde iktisadi manası ile mütebellir bir sınıf meselesi mevcut değildir. Bizde tüccar da, çiftçi de, sanayi erbabı da, amele de hülasa bütün iktisadi amillerimiz doğrudan doğruya yabancı sermayesinin esir ve hizmetkârıdır. Bütün bu iktisat zümrelerimizin birleşmesi kendilerini teşkilata bağlaması lazımdır. (https://haber.sol.org.tr/yazar/17-subat-4-mart-1923te-izmirde-toplanan-…)

Mahmut Esat’a göre bizde dün ya da bugün ekonomik anlamda kristalize olmuş/belirginleşmiş bir sınıf sorunu yoktu, tüm meslek grupları yabancı sermayenin kontrolü altındaydı ve dolayısıyla birleşmeleri gerekiyordu. Zaten Kongre sonunda alınan kararlardan birinde (11. Madde) şöyle denilecekti:

“Türkler hangi sınıf ve meslekte olurlarsa olsunlar, candan sevişirler. Meslek, zümre itibariyle el ele vererek birlikler kurar, memleketini ve birbirlerini tanımak, anlaşmak için seyahatler ve birleşmeler yaparlar.”

Kemalizm’in altı ilkesinden ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı okundan biri olan halkçılık ilkesi sınıfsızlık iddiasının yansıdığı esas ilkeydi. Halkçılık halkı tarif ederken emeğiyle geçinenlere işaret ediyordu ama tüccarın, sanayicinin, çiftçinin de üretim faaliyeti esnasında emek harcadığı ve dolayısıyla emeğiyle geçindiği söyleniyor ve böylece onlar da halka dâhil edilmiş oluyordu. Yani esas mesele, halkın homojen bir birlik olarak tasavvur edilmesiydi: Tüccarı, sanayicisi, işçisi birleşerek halkı oluşturuyorlardı ve bunlar birbirleriyle mücadele eden sınıflar değil, ahenk içerisinde yaşayan/ yaşaması gereken kesimlerdi, halk o ahenkli birlikteliğin, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış” bir toplamın adıydı.

Halkçılık, Millî Mücadele esnasında ve hemen sonrasında hem savaşın anti-emperyalist karakterinden hem de Sovyetler’in desteğinden ve Bolşevizm’in etkisinden kaynaklı olarak öylesine güçlü bir fikir ve akımdı ki, Mustafa Kemal 1921 Anayasası’nın temelini oluşturan metne “Halkçılık Programı” adını vermiş, kuracağı partinin adını da “Halk Fırkası” olarak belirlemişti. Ancak savaşın sonlarına doğru, Batı’yla pazarlıkta belli bir mutabakata doğru ilerlendiği ve Sovyet desteğine eskisi gibi gerek kalmadığı görüldüğünde halkçılık taşıdığı sol tınıyı yitirmeye başlamış, Kemalizm’in sınıfsızlık iddiasını yansıtan temel ilkeye dönüşmüştü.

Halkçılığın sınıfsızlık iddiası üzerinden kavramsallaştırılması, Halk Partisi’nin merkezinde durduğu tek partili rejimin de çıkış noktası oldu. Buna göre Türkiye’de farklı sınıflar ve sınıflar arası mücadele olmadığı için onları temsil edecek ayrı siyasi partilere de ihtiyaç yoktu. (Makal, 2007: 214) 1946 yılında çok partili hayata geçilirken “sınıf esası üzerine” iki parti, yani Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) ve Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi (TSEKP) kurulacak, ancak bu partiler kuruluşlarının üzerinden yaklaşık altı ay geçmişken, Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından Aralık ayında kapatılacaklardı. Bu ise çok partili hayata solsuz geçilmesi, sınıf mücadelesinin legal siyasal alanda temayüz etmesinin engellenmesi anlamına geliyordu.

CHP siyasal söyleminde ve pratiğinde sınıfların mevcudiyetini ancak 1960’ların başında kabul etti ve ona göre bir yeni yönelime girdi. 27 Mayıs sonrasında kalkınmacı tezlerin, planlı ekonomi modelinin, sosyal devlet ilkesinin benimsenmesi ve 1965 seçimleri öncesi İnönü’nün yaptığı “ortanın solu” açıklaması bununla ilgiliydi. Sınıflar ve sınıf mücadelesi kabul ediliyor ama bu sefer de izlenecek politikalar aracılığıyla sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin engelleneceği ve sınıflar arasında bir uyum tesis edileceği öne sürülüyordu. Öte yandan kapitalist yönelim hiçbir şekilde değişmeyecek, özel mülkiyetin kutsallığı itinayla gözetilecek, sosyalizm ve komünizm karşıtlığı da sürekli dile getirilecekti. (Yaşlı, 2020)

Sol liberalizm: Sınıfsızlığın sınıfsız eleştirisi

Aytürk’ün “Post-Post Kemalizm” olarak adlandırdığı paradigmaya ilişkin tartışma, paradigma üzerine yazılıp çizilenlerde zımnen kabul edildiğinin aksine, Aytürk’ün makalesiyle başlamadı aslında. Çünkü Marksistler “Post-Post-Kemalizm” olarak adlandırılan paradigmayı sol liberalizm ya da “sivil toplumculuk” olarak adlandırıp eleştirmeye 1980’li yıllarda başlamışlardı zaten. Sungur Savran 11. Tez’de yayınlanan “Sol Liberalizm: Maddeci Bir Eleştiriye Doğru” adlı makalesinde, sol liberalizmin yükselişinin Türkiye’ye özgü bir durum olmadığını, uluslararası ölçekte benzer bir durum yaşandığını söylüyor, bizdeki yükselişini ise 12 Eylül sonrası yaşanan yenilgi hissiyle ve bundan kaynaklı umutsuzluk ve özgüvensizlikle açıklıyordu.

Geçerken not edelim: Galip Yalman’ın “Tarihsel Bir Perspektiften Türkiye’de Devlet ve Burjuvazi: Rölativist Bir Paradigma mı Hegemonya Projesi mi adlı makalesi (2002) ve Demet Dinler’in “Türkiye’de Güçlü Devlet Geleneği Tezinin Eleştirisi (2003) meseleye dair önemli çalışmalardı. Biz de Çağdaş Sümer’le birlikte derlediğimiz “Hegemonya’dan Diktatorya’ya AKP ve Liberal-Muhafazakâr İttifak” (2010) adlı kitapta ve derlemede yazıları yer alan isimlerle birlikte tartışmaya katkıda bulunmuştuk.

Tekrar Savran’ın yazısına dönecek olursak; Savran haklıydı, sahiden de liberal sol yaşanılan yenilgi hissinin bir ürünüydü ve bu yenilgiye bir açıklama getirmeye çalışıyordu. Bu açıklama ise özcü bir Batı-Doğu karşıtlığı üzerine yerleştiriliyor, Batı’da olup da burada olmayanlar ve burada olup da Batı’da olmayanlar analizin temelini oluşturuyordu. Sol liberalizme göre Batı’da “iktidarın kapitalizm-öncesi dönemden beri (hem de binlerce yıldır) parçalanmış oluşu, özerk bireylerin, piyasa ekonomisinin ve kapitalizmin erkenden gelişmesini olanaklı kılmış, bu da güçlü bir sivil toplumun oluşumuna yol açmıştır. Demokrasinin Batı’da bu kadar yerleşik ve sürekli olmasının nedeni işte budur.” Oysa Doğu’da/Türkiye’de süreç böyle işlememişti: “Burada iktidarın baştan beri gözlenen yekpareliği, merkezi devletin güçlülüğü, piyasanın ve kapitalizmin gelişmesine izin vermemiştir. Dolayısıyla sivil toplum gelişememiş, yüzyıllar boyunca devletin mutlak hâkimiyeti altında inlemiştir.” (Savran, 1986: 21)

Sol liberalizm 12 Eylül’ü ve yaşanan yenilgiyi “güçlü devlet-zayıf sivil toplum” ikiliği üzerinden açıklıyor, dolayısıyla Türkiye’deki temel çelişkinin de emek-sermaye arasında değil devlet-toplum arasında olduğunu öne sürüyordu. Aslında Osmanlı ve Türkiye’nin Batıdan farklılığı ve “kendine özgülüğü” yönündeki tezler 12 Eylül sonrasının bir icadı değildi, 60’lar ve 70’ler Türkiye’sinde bu tezlerin temelini oluşturacak söylemler dolaşıma girmiş, yapıtlar ortaya konulmuş, siyasi polemikler yapılmıştı.

Örneğin Mehmet Ali Aybar Osmanlı’dan günümüze kadar gelen “ceberut devlet”ten söz ederken Kemal Tahir “kerim devlet”ten söz ediyordu ve bu birbirine karşıt gibi görünen iki kavram aslında aynı yere çıkıyordu: Osmanlı’da merkezi ve güçlü bir devletin varlığı feodalitenin ve aristokrasinin ortaya çıkışını engellemiş, bu da kapitalizmin ve dolayısıyla modern anlamda sınıfların doğuşu ve gelişimini daha baştan imkânsız hale getirmişti. Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tartışmalarında da benzer tezler dile getiriliyor, Osmanlı üretim tarzı feodalite değil, Doğu’ya özgü Asya Tipi Üretim tarzı olarak adlandırılıyor, kapitalizmin ve burjuvazinin yokluğu bunun üzerinden açıklanıyordu. (Bu kavramlara ve tartışmalara dair bkz. Çeğin&Öğütle: 2021)

Aynı yıllarda yayınlanan bir makale ise yayınlandığı dönemde değilse de 12 Eylül’den sonra hem sol liberalizmin hem de muhafazakârlığın/İslamcılığın Osmanlı-Türkiye tarihini okumasının “kurucu metni” olacaktı: Bu, Şerif Mardin’in “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri” adlı ve 1974 tarihli makalesiydi. Mardin bu makalesinde Osmanlı’dan Türkiye’ye uzanan süreçteki esas çelişkinin kültürel olduğunu öne sürüyor ve çelişkinin taraflarının iktidarı elinde tutan merkezle, çevrede yer alan halk kitleleri olduğunu söylüyordu.

Tüm bu “öncü” çalışmalar ve tartışmalardan varılan yer, 12 Eylül sonrasında Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinin modernleşmeci/vesayetçi elitler-mütedeyyin/muhafazakâr halk kitleleri ikiliği üzerinden okunması oldu. Sol ya da sağ liberallerin de muhafazakârlar ve İslamcıların da ortak noktası sınıfsızlıktı. Bu okuma biçiminde ne artığın üretiliş ve üreticilerden çekiliş biçimi, yani üretimin ve sınıf sömürüsünün nasıl gerçekleştiği ne de üretilen artığa el koyma biçimi ve sınıflar mücadelesi mevcuttu. Sermaye birikim rejimlerinden ve hegemonya projelerinden bahsedilmediği gibi kapitalistleşen bir coğrafyanın emperyalizme entegrasyon süreçlerine ve bunun içerideki sınıfsal ilişkilere nasıl yansıdığına dair de hiçbir şey söylenmiyordu.

Bunun yerine İttihatçılıktan Kemalizm’e uzanan ve son yüz yıldır hiç değişmeyen sınıflar üstü ve tarih dışı bir devlet ve devlet aklı analizin merkezine yerleştiriliyor ve ülke tarihindeki bütün gelişmeler bunun üzerinden değerlendiriliyordu. Ayrıca bürokrasiye, özellikle de orduya “sınıf” gibi bakılıyordu, burjuvazinin yokluğunda bürokrasi adeta “egemen sınıf” olarak kavramsallaştırılıyordu. Aydın Giritli (Aydemir Güler), o yıllarda yazdığı “Türkiye’de Sivil Toplumculuk (1981-86)” adlı yazıda (Gelenek, Sayı:3, 1987) sözünü ettiğim sınıfsız bakıştan şöyle söz ediyordu:

Tarih ve topluma, sivil toplum prizmasından bakıldığında, sınıfsal analize de rahmet okumak gerekiyor. Türkiye’nin 20’lerde yaşadığı bir süreçteki sınıfsal kopuşun önüne kurumsal süreklilik, baskıcı devlet aygıtının varlığını devam ettirmesi vs. geçiriliyor. Kurumsal bakış açısının bu gölgeler oyunu ancak, perdenin ardına bile gizlenmemiş hemen oracıkta açıkta cereyan eden sınıflar mücadelesine gözlerini bilinçle kapatarak sürdürülebiliyor.

Osmanlı-Türkiye tarihini devlet-toplum, merkez çevre, elitler-halk ikiliği üzerinden okuyan ve sınıfsızlığın üzerinde yükselen bu bakış açısı 80’lerin başından itibaren Türkiye’nin akademik hayatında ve düşünce dünyasında hegemonik hale geldi. İlk aşamada Asaf Savaş Akat, Kürşat Bumin, Seyfettin Gürsel gibi isimler tarafından tedavüle sokulan sol liberal tezler, sonrasında geniş bir külliyata dönüştü. Özellikle İletişim Yayınları, Toplum ve Bilim, Birikim ve Yeni Gündem gibi dergiler, sol liberalizmin ana mecrası oldu ve düşünsel olarak birbirinden beslenen bir network ortaya çıktı. Murat Belge, Ahmet İnsel, Çağlar Keyder, Ayşe Buğra, Ömer Laçiner, Etyen Mahçupyan, Mehmet Altan, Hasan Bülent Kahraman gibi isimler bu paradigmanın akademide ve düşünce dünyasında adeta bir moda haline gelmesinde etkili bir rol oynadılar ve birkaç kuşağın akademik/düşünsel perspektifini ve üretimini belirlediler.

Bu sınıfsız bakışın sonucu, Osmanlı-Türkiye modernleşmesinin kapitalistleşme sürecine geç girmiş bir ülkenin bu gecikmeye bağlı bir şekilde yaşadıkları ve ulusal bir kapitalizmin/ulusal bir burjuvazinin yaratılması süreci değil, bir “kötülükler tarihi” olarak okunması oldu. 1908’e ve 1923’e burjuva devrimi kategorisi üzerinden bakılmadı ve başka ülkelerin burjuva devrimleriyle karşılaştırmalı analizlere girişilmedi. Burjuvazi, yani Türkiye sermaye sınıfı ya yokluğuyla ya da “devlet babanın uslu çocuğu” diye tarif edilerek analize dahil edildi. Türkiye kapitalizminin gelişme dinamiklerine, ihtiyaçlarına ve bu ihtiyaçlardan kaynaklı hegemonya projelerine bakılmadı, devletle Türk sağı arasında ilişkilere odaklanılmadı. Dünyadaki neredeyse bütün modernleşme ve uluslaşma süreçlerinde tanık olunanlar İttihatçılığın ve Kemalizm’in “kötücül doğası”na mal edildi. Bugün yaşanılan bütün sorunların kökenlerinde “yanlış modernleşme”nin ve “yanlış Cumhuriyet”in olduğu ileri sürüldü, yaşanan her gelişme kolaylıkla “İttihatçılık” ya da “Kemalizm” adlı her kapıyı açan “maymuncuk”la açıklandı. Sınıflar ve tarih üstü bir devlet imgesi yaratıldı ve siyasal İslam’ın iktidara yürüyüşü görmezden gelindi. Hepsinden daha önemlisi ise yirmi yıllık AKP iktidarının en az ilk on yılında, ceberut devletle, elitlerle, vesayetçilerle vs. demokrasi mücadelesi verdiği iddiası üzerinden AKP’ye destek olundu, buradan yola çıkılarak hegemonik ittifaklar kuruldu. AKP rejiminin inşasının ideolojik hegemonyası bu destekle, bu ittifaklarla tesis edildi.

Sınıfsızlığın sınıfsız eleştirisinin sınıfsız eleştirisi: Post-Post-Kemalizm

Post-Post-Kemalizm, Post-Kemalizm’in Kemalizm’e ve Cumhuriyet’e konulmuş yanlış bir teşhis olduğunu söylerken ve hem onu eleştirirken hem de aşılması gerektiğini söylerken haklıdır. Ancak yazının başında da söylediğim üzere, nasıl ki Post-Kemalizm’le Kemalizm’in birer paradigma olarak ortak noktası ikisinin de sınıftan kaçmaları, analiz birimi olarak sınıfı ve sınıf mücadelesini seçmekten kaçınmalarıysa, aynı durum Post-Post Kemalizm için de geçerlidir.

Post-Post-Kemalistler Marksist değillerdir ve bu nedenle de “yeni bir paradigmaya doğru” giderken tıpkı Post-Kemalistler gibi onlar da Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini üretim tarzları ve üretim ilişkileri üzerinden anlamaya çalışmazlar, yola buradan çıkmazlar. Oysa Osmanlı modernleşme sürecinin temel itkisi, üreticilerden çekilen artığın, yani artı-ürünün artırılması olmuş, merkezi devlet, modern bürokrasi ve modern vergileme, artığın nasıl çoğaltılacağına verilen yanıtlar olarak karşımıza çıkmıştır. Jön Türkler’den İttihatçılara, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e uzanan süreç kapitalistleşme sürecine geç girmiş bir devletin kapitalist dünya sistemi içerisinde kendisine yer arayışının, emperyalizmin Osmanlı’ya girişinin ve onu bir yarı-sömürge haline getirişinin ama aynı zamanda kapitalist ilişki biçimlerinin ekonomiden hukuka, eğitimden tarıma Osmanlı toplumsal formasyonunu belirler hale gelişinin tarihidir.

Post-Kemalist paradigma 1908-1945 arası yaşananları “bütün kötülüklerin kaynağı” olarak görmektedir ve Post-Post-Kemalist paradigma bunu haklı olarak eleştirmektedir ama bu dönemin nasıl incelenmesi gerektiğine dair bize herhangi bir alternatif sunmamaktadır. Örneğin İlker Aytürk, Esen’le birlikte derledikleri kitapta “Post-Kemalizm’in kurucu metni” dediği Mete Tunçay’ın kitabı üzerine yazdığı “Erken Cumhuriyet’te Modernleşme, Laiklik ve Milliyetçilik: Mete Tunçay’ın Tek Parti’sinin Kırk Yıllık Gecikmiş Bir Eleştirisi’nde Tunçay’ın çalışmasının ekonomi-politik zayıflığına, sınıflara ve sınıf mücadelesine neredeyse hiç odaklanmamasına, modernleşme, uluslaşma ve kapitalistleşme arasındaki ilişkiyi görmezden gelmesine dair hiçbir şey söylemez. Benzer bir şekilde Berk Esen de “Post-Kemalizmin Vesayet Eleştirisi: AKP Rejiminin Resmi Tezi” adlı yazısında Türkiye tarihini vesayetçilik üzerinden okuyan post-Kemalistleri eleştirir ama vesayetçi tezlerin hangi sınıfsal ihtiyaçlardan kaynakladığı üzerine bir şey söylemediği gibi yerine alternatif bir okuma da sunamaz, çünkü o da aslında eleştirdiği post-Kemalist yazarlar gibi meseleye sınıfsız bir şekilde bakar.

Dolayısıyla Post-Post-Kemalizm de 1908’i ve 1923’ü burjuva devrimi kategorisi içerisinde değerlendirmemekte ve yola buradan çıkmamakta, uluslaşmayla ulusal bir burjuvazi ve ulusal bir pazar yaratma arasındaki bağlantılara bakmamakta, Mustafa Kemal’in ve kurucu kadronun “burjuva” karakterleri ve yönelimleri üzerine dişe dokunur herhangi bir şey söylememektedir. Oysa 1908 devrimi sonrası çıkartılan anti-feodal yasalarından 1915’ten itibaren uygulanmaya çalışılan Milli İktisat politikalarına, İzmir İktisat Kongresi kararlarından 1923’ten sonra izlenen ekonomi politikalarına sürecin sınıfsal niteliği çok net bir şekilde karşımızda durmakta ve üzerine çalışılmayı beklemektedir.

Velhasıl, Post-Post-Kemalizm, Post-Kemalizm’in Osmanlı Türkiye tarihini merkez-çevre, devlet-toplum, vesayetçi elitler- dindar halk kitleleri gibi ikilikler üzerinden okumasına yönelik kimi doğru eleştiriler getirmekte ama hem yapılması gereken asıl eleştiriyi yapamamakta, yani Post-Kemalizm’in asıl probleminin sınıfsızlık olduğunu söyleyememekte hem de kendisi de Post-Kemalizm’le aynı maluliyeti, yani sınıfsızlığı paylaştığı için “yeni bir paradigma” iddiasının altını gerçek anlamda dolduramamaktadır.

Sonuç

Tüm bunlardan yola çıkarak söyleyebiliriz ki sol liberalizmin yerine “yeni bir paradigma” ancak Marksizm’le, tarihsel materyalizmle konulabilir. Aslında Aytürk de bunu fark etmiş gibidir; çünkü tartışmayı başlatan yazısının sonuç kısmında “Post-Kemalizm’in yerine ne koyacağız” sorusuna yanıt verirken “yeni aktörlere, kurumlara, süreçlere bakmamız” gerekliliğinden söz eder ve “Türk sağı şemsiyesi altında buluşan milliyetçi, muhafazakar yahut İslamcı siyasetçileri, onların siyasi partilerini, derneklerini, yayınlarını, 1960’lara kadar bütünlüğünü koruyan, sonrasında ise milliyetçiler ve siyasi İslamcılar olarak bölünen milliyetçi-mukaddesatçı tabanı, ve tabii ki Türk sağını şekillendiren düşünce dünyasını ve entelektüelleri” incelememiz gerektiğini söyler.

Yapılması gerekenin bir boyutunda bunun olduğu kuşkusuzdur; ancak esas mesele bunun hangi perspektifle yapılacağıdır. Son yıllarda Aytürk’ün “uç sağ” diye adlandırdığı milliyetçi ve İslamcı akımlar ve isimler üzerine yapılan çalışmaların sayısında bir artış vardır doğru ama bunlar da “yeni bir paradigma” kurmaktan uzaktır; çünkü neredeyse hiçbiri meseleye sınıf perspektiften bakmamaktadır. Oysa nasıl ki Osmanlı-Türkiye modernleşmesi ve Cumhuriyet’in kuruluşu üreticilerden artığın nasıl çekildiği/çekileceği mücadelesi, yani sınıflar mücadelesi üzerinden okunmalıysa, 1945 sonrası da böyle okunmalıdır. 1945 sonrasında, yani Soğuk Savaş’la birlikte Türkiye sermaye sınıfının yönelimleri nasıl değişmiştir, hangi birikim rejimi tercih edilmiştir, yönetici sınıf emperyalist hiyerarşiye ve uluslararası işbölümüne nasıl dahil olmuştur, bu dahil oluşun bir sonucu olarak anti-komünizm nasıl siyasetin merkezine yerleşmiştir, bu durum eğitimden orduya, medyadan istihbarat aygıtına, emek rejiminden dış politikaya uzanan bir genişlikte kurumlara, zihniyetlere ve devlet-toplum ilişkilerine nasıl yansımıştır, devletle Türk sağı arasındaki ilişki laikliğe bakışı ve din politikalarını nasıl değiştirmiştir gibi soruların cevaplarına yanıt arayan çok daha fazla çalışmaya, makaleye, teze, kitaba ihtiyacımız vardır. Türkiye tarihinin doğru bir okuması da yeni bir paradigma da ancak böyle mümkün olabilecektir.

KAYNAKÇA

Aytürk, İlker (2015), “Post-Post-Kemalizm Yeni Bir Paradigmayı Beklerken”, Birikim, Sayı: 319.

Aytürk, İlker&Esen, Berk (2022), Post-Post-Kemalizm Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar İletişim Yayınları: İstanbul.

Boratav, Korkut (2012), Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009, İmge Kitabevi Yayınları Ankara.

Timur, Taner (2008), Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara.

Çeğin, Güney&Öğütle Vefa, Kerim ya da Zalim: Osmanlı Devlet ve Toplum Yapısı Tartışmaları, Phoenix Yayınevi, Ankara.

Giritli, Aydın (1987), “Türkiye’de Sivil Toplumculuk (1981-86)”, Gelenek, Sayı: 3

Makal, Ahmet (2007), Ameleden işçiye: Erken Cumhuriyet Dönemi Emek Tarihi Çalışmaları,

İletişim Yayınları, İstanbul.

Savran, Sungur (1986), “Sol Liberalizm: Maddeci Bir Eleştiriye Doğru”, 11. Tez Kitap Dizisi, Sayı: 2

Sümer, Çağdaş&Fatih Yaşlı (2010), Hegemonya’dan Diktatorya’ya AKP ve Liberal-Muhafazakâr İttifak, Tan Kitabevi Yayınları, Ankara.

Şahinkaya, Serdar (2022), “7 Şubat – 4 Mart 1923’te İzmir’de Toplanan Türkiye İktisat Kongresinin Hatırlattıkları”, soL Portal.

Yaşlı, Fatih (2020), Halkçı Ecevit Ecevit, Ortanın Solu, CHP (1965-1980), Yordam Kitap, İstanbul.