"Tabutun üzerine örtülen gelinliğe, o tabuta taşıyanlara bir bakın; gericiliğin ahlaksızlığını, utanmazlığını, alçaklığını tüm çıplaklığıyla göreceksiniz orada."

Narin’leri kimler öldürüyor? 

İktidar, sermaye düzeninin bekası adına boğazını sıktığı halkı bütünüyle piyasanın ve sermayenin insafına terk edecek yeni hamleler yapmaya ve bunları “reform” diye sunmaya hazırlanıyor şu günlerde. 

Bunlardan ilk çalışma yaşamının yeniden düzenlemesi ve “esnek çalışma” adı verilen güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılmasıyla ilgili. Böylece kamuyu da kapsayacak şekilde “belirli süreli çalışma”nın  norm haline getirilmesi, yani patronların işçileri yarı-zamanlı, güvencesiz, kıdem tazminatından yoksun bir şekilde çalıştırmasının önünün açılması ve taşeronlaşmanın daha yaygınlaşması hedefleniyor. Böylece emek çok daha ucuza, çok daha kolay işten atılabilir bir şekilde ve çok daha örgütsüz bir halde istihdam edilebilecek, içinde bulunduğumuz emek cehennemi daha da derinleşecek.

İkinci “reform” ise emeklilikle ilgili. İktidarın gündeminde emekliliği de piyasalaştırmak, piyasanın kontrolüne vermek ve insafına bırakmak var. “Tamamlayıcı emeklilik” adı altında milyonlar ya son derece düşük emekli maaşları almaya razı olacaklar ya da kısmen daha iyi bir emekli maaşı alabilmek için özel emeklilik şirketlerine şimdiden para yatırmaya başlamak zorunda kalacaklar. Dahası çalışanlara kıdem tazminatlarından vazgeçip o tazminatlar karşılığında tahvil satın almaları söylenecek, yirmi-yirmi beş yıl sonra da o tahvillerin ufak tefek getirisine razı olmaları istenecek. 

Mehmet Şimşek geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi büyük bir üretim üssü haline getirmek istediklerini söylemişti; doğrudur Türkiye’yi küresel tedarik zincirlerine bir üretim üssü olarak bağlamak istiyorlar ama bunun için milyonların asgari ücret ve civarındaki maaşlarla ve güvencesiz, taşeron bir şekilde çalışması, mezarda emekli olması, emekli olma haklarının dahi şirketlere devredilmesi gerekiyor. Tüm bunlar ise ancak sendikaların, emek hareketinin, toplumsal muhalefetin olmadığı, emek-sermaye çelişkisinin üzerini örtecek yapay çelişkilerin sürekli gündemde tutulduğu ve halka daha çok sopa gösterildiği bir konjonktürde söz konusu olabilir.

Türkiye bugün artık halkının içinde bulunduğu ekonomik durumla, ortalama ücretlerle, gelir dağılımındaki uçurumla, doğasına, ormanına, nehrine yapılanlarla, özelleştirmelerle, şirketlere verilen imtiyazlarla adeta bir sömürge gibi yönetiliyor, bir iç sömürgeye dönüştürülüyor. Bu sömürgeleştirme faaliyeti ise sürüleştirilmiş, ahmaklaştırılmış, toplum olmaktan çıkartılmış kitlelere ihtiyaç duyuyor. Siz bakmayın liberallerin “piyasa demokrasi ister” zırvalarına, Türkiye’nin tepeden tırnağa piyasalaştırılmasının, sermayenin talanına açılmasının yolu, bu sömürgeleştirilmiş coğrafyada halka daha fazla sopa göstermekten, daha fazla otoriterleşmekten, en ufak bir işçi direnişini, grevi, toplumsal tepkiyi doğduğu an boğmaktan, toplumu çözündürmekten ve çürütmekten geçiyor.

İşte Erdoğan geçtiğimiz günlerde katıldığı İmam Hatip Kurultayı’nda bir kez daha bu gidişata uygun bir konuşma yaptı ve sömürünün üzerine bir kez daha Türk sağının hamaset edebiyatını örterek “eğer bu topraklardan Müslümanlığı, eğer bu topraklardan ezanı, minareyi, camiyi, Kur'an'ı çekip alırsanız, inanın geriye hiç ama hiçbir şey kalmaz” dedi. Siyasetteki varoluş misyonunu da son derece dürüst bir şekilde şöyle anlattı: 

“Bana 'ömrün boyunca yaptığın tek bir şeyi, ortaya koyduğun tek bir eseri söyle' deseler, tereddüt etmeden vereceğim cevap gayet açıktır; imam hatip okullarının önündeki engelleri kaldırmaktır, imam hatiplerin sayısını artırmaktır, imam hatiplerin eğitim kalitesini artırmaktır.”

Erdoğan, en büyük başarısının Cumhuriyet’le ve onun kurucu felsefesiyle hesaplaşmak olduğunu açıkça söylediği bu konuşmada Kara Harp Okulu’ndaki mezuniyet töreninde kılıç çatarak yemin eden ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye slogan atan teğmenleri de hedef tahtasına yerleştirdi ve yepyeni bir “askeri vesayet” gündemi açmayı başardı. Böylece milyonların açlığının üzerine sadece sağ demagojiyi örtmekle yetinmeyeceğini, sahte gündemler ve kutuplaşmalar yaratmaya devam edeceğini de göstermiş oldu, tüm bunlar ise muhalif kesimlere gösterilen bir sopa anlamına geliyordu aynı zamanda. 

İktidar ülkeyi sermaye düzenin bekası adına bir iç sömürge haline getirdikçe, dinselleşmenin dozajını da artırmak zorunda. Tarihsel olarak Türkiye’de piyasacılık ve dinselleşme Özal’dan, Demirel’den Erbakan’a, Erdoğan’a hep birbirine paralellik arz etti. Türkiye’nin sermaye düzeni sendikanın, grevin karşısına, tarikatı, cemaati koydu, örgütsüz bir toplum, zayıf sendikalar, güçsüz bir emek hareketi istedi. Bunu en iyi yapacak olanlar ise sağcılardı, İslamcılardı. Ulusal gün ve bayramlarda holdinglerin çektiği reklam filmlerine ağlama ahmaklığının görünmez hale getirdiği şey tam olarak budur; muhalif kitleler dinci gericiliğin sermaye ile bağlantısını görmedikçe “laik sermaye” diye bir şey var sandılar, laik sermaye ile iktidarın kavga ettiğine inandılar, buna umut bağladılar. 

Buna inanmanın ve umut bağlamanın sonuçlarını yaşıyoruz bugün işte. Asgari ücretle ve açlık, yoksulluk sınırında asgari hayatlar yaşamaya mahkûm edilmiş, sinemaya, tiyatroya gidemeyen, dışarıda yemek yiyemeyen, tatil yapamayan milyonlar. Altüst edilmiş bir gelir dağılımı, tamamen halkın üzerine bindirilmiş bir vergi yükü, korkunç bir yolsuzluk düzeni, imar-rant-ihale üçgeninde kolaylıkla köşeyi dönen bir azınlık, adaletin ve hukukun gözden yitimi, tarikat ve cemaatler arasında parsel parsel bölüşülmüş bir devlet aygıtı…

Türkiye bugün piyasacılıkla dinci gericiliğin ve artık ona çoktan eklemlenen ülkücü milliyetçiliğin ölümcül sentezi altında çözülüyor, çürüyor, kendi felaketine doğru hızla koşuyor. Kara para aklayanlar lüks araçlarında çektikleri videolarla tahliye edilmelerini kutlarken, kestikleri kolonlar nedeniyle depremde onlarca insanın ölümüne sebep olan müteahhitler serbest bırakılırken, ormanından bir ağaç kesilmesin diye uğraşan yurttaş sermayenin kurşunlarıyla can veriyor, 8 yaşında bir kız çocuğu öldürüldükten sonra bir çuvala konup dereye atılıyor. Organize bir kötülük, kolektif bir şekilde halka, topluma, hukuka, adalete, insani olan her şeye saldırıyor.

Narin’in ölümü de bu saldırının bir parçası. Tıpkı Aladağlar’da, malum vakıflarda, tarikat ve cemaat yurtlarında, dinciliğin boğucu ikliminde yitirdiğimiz çocuklar gibi yitirdik Narin’i. Yardım edeniyle, görmezden geleniyle, susanıyla bütün bir köyün kolektif olarak işlediği bir cinayete kurban gitti Narin. Ama sadece bu değil, Türkiye’yi on yıllardır bir örümcek gibi kuşatan ve en çok da çocukların ömrünü çalan sağcılığın kurbanı oldu o. Mesele tek başına taşra değildi yani, mesele düzendi. Günler sonra bulunan küçük bedeninin konulduğu tabutun üzerine örtülen gelinliğe, o tabuta taşıyanlara bir bakın; gericiliğin ahlaksızlığını, utanmazlığını, alçaklığını tüm çıplaklığıyla göreceksiniz orada.  

Türkiye buralara bir günde gelmedi, karanlık sol düşmanlığıyla kendisine açılan kapılardan girip iktidara yürüdü, o kapıları onlara açanlar aydınlığı cezaevlerine attı, sürgüne gönderdi, idam etti, otellerde yaktı, suikastla öldürdü. Bugün Türkiye’de bildiğimiz anlamda bir toplum, bildiğimiz anlamda bir halk, bildiğimiz anlamda yurttaş yok artık. Holdinglerin kontrolünde bir sömürü düzeni, pelteleşmiş, düzen tarafından rehin alınmış, ahmaklaştırılmış sessiz yığınlar, feodal ilişkiler, aşiretler, tarikatlar ve cemaatler var. Narin’i, Narin’leri onlar öldürüyor, onlar elimizden alıyorlar.

Buradan ise tek bir çıkış var. Türkiye’de halk, yeniden halk olmayı hatırlayacak. Türkiye’de toplum, kendisini yeniden toplum olarak kuracak. Türkiye’de yurttaş, yurttaşlığı yeniden öğrenecek. Bu ise kaçınılmaz olarak solda olmak, solda durmak demek. Kamucu, halkçı bir ekonomi modeli, açlık ve yoksulluk sınırının üstünde bir yaşam, gelir dağılımında adalet,  vergi yükünde adalet, sosyal devlet, insanca yaşam, insanca barınma, laik bir toplum düzeni ve laik bir eğitim sistemi, tarikat ve cemaatlerle mücadele, güçlü bir emek hareketi, eşit yurttaşlık, sömürüye karşı mücadele… Sıralamayı sonsuza kadar uzatabilirsiniz, ya hepsi sola dair bu başlıklar Türkiye siyasetindeki yerini alacak ve her biri halk için, toplum için birer mücadele konusu haline gelecek ya da memleket içine düşürüldüğü bataklıkta debelenmeye devam edecek.