'Siyasette on parmak yazamaz, ne olduğunu anlamadan okuyamazsınız. Bunu yaparsınız, çakılırsınız.'

İmamoğlu ile Lavrov'un ortak noktası

İlkokulda öğretmenimiz hızlı okuma yarışması düzenler, bir dakika içinde yüksek sesle kaç sözcük okuyabildiğimizi ölçerdi. Ne yalan söyleyeyim, açık ara birinci bitirirdim. Koştura koştura satırları tüketir, aferini alırdım. Alırdım ama bir noktadan sonra okuduğumu anlamazdım.

Hız, her zaman işe yaramıyordu.

On parmak daktilo/klavye yeteneği de, başkasının söylediklerini ya da ürettiklerini yazıyorsanız çok işe yarar ama kendi düşüncelerinizi kayıt altına alıyorsanız, on parmakla yazmak gereksiz ölçüde hızlıdır. Süzme, sınama, değerlendirme gibi düşüncenin gelişimini sağlayan unsurlar hızlandıkça devre dışı kalır.

Ne ki, hız artık her şeyde temel kriter.

Bir yandan hayat kolaylaşıyor ya da öyle sanıyoruz. Örnek olsun at arabasıyla günler süren bir mesafeyi tek bir saatte uçak ile katedebiliyoruz. Mükemmel. Ancak insanlığın gelişiminde günler süren yolculukların, o yolculuklarda yapılan gözlemlerin, o gözlemlerin kağıda döküldüğü “seyahatnamelerin” rolü ne olacak?

Bilginin kendisi mi, bilgiye giden yol mu önemlidir tartışmasına girmeyeceğim. 

Ancak kapitalizmin yarattığı hız fetişizminin insanlığı tehdit ettiğini söyleyeceğim.

Burada bilimsel gelişmelere bağlanacak masum bir “değişim”den söz etmiyoruz. Kapitalistler daha kısa zamanda üretmek için işçiyi baskıladığı gibi onun daha uzun süre çalışmasını da ister. Dahası, kapitalistler hızdan insanların daha fazla, hep daha fazla tüketmesi için de yararlanır.

Bilinen şeyler. Tıkış tıkış bir yaşam.

Düşünme sürecini tehdit eden bir hız. 

Enformasyon akışının gerçek hayatın önüne geçtiği bir dünya.

Ve bu dünyada düşünce üretecek ya da siyaset yapacaksınız!

Oysa bu baskı sizi entelektüel anlamda üretici değil tüketici haline getiriyor.

Uyanık olduğu tüm zamanını sürekli otlayarak ve bir yandan da sağa sola dışkısını bırakarak geçiren bir inek sürüsünü düşünün. Bu hayvanların sindirim süresini onları gözleyerek anlayamazsınız çünkü sürekli yemekte ve pislemektedirler.

Konu oraya bağlanacağı için siyasetle devam edelim. Bir siyasetçinin günlük olarak duyduğu, gördüğü, okuduğu, takip ettiği veri yığını bundan yüz yıl öncesine göre herhalde yüzlerce misli daha fazladır. 

Burada yalan, çarpıtma filan bir yerden sonra önemsiz hale gelir çünkü zaten bu yığıntının bizzat kendisi gerçeğin çarpıtılmış halidir.

Kapitalizm bu yığıntıdan kaçma hakkını elinden alır, onu tüketmeni ister.

Peki düşünce üretmek zorunda olanlar?

E onlar da bir müsaade, yedikleri gibi çıkaracaklar! Hız önemli.

Sosyal medya bu anlamda insanlığın uçsuz bucaksız otlağıdır. Faydası vardır, şöyledir-böyledir. Ancak oradaki temel dinamik hızdır. Hızlı tepki verecek, ilk sen söyleyecek, ilk sen paylaşacaksın. Düşünceyi süreç olmaktan çıkarıp bir “tepki”ye dönüştüreceksin.

Bunun bir marifet olması mümkün değildir.

Ve konu sosyal medyayla sınırlı değildir. Kontrollü kullanırsın, dikkat edersin, kendini kaptırmazsın, az zararla atlatırsın. Ancak bir iletişim platformu olarak giderek daha fazla yer kaplayan sosyal medya, bütün pratikleri etkilemektedir. Çünkü sosyal medya kapitalizmin her şeyi metalaştırma özelliğinin bir sonucudur. Beğeniler, paylaşımlar düşüncenin ya da düşünce kırıntısının değişim değeri olarak görülebilir.

Yazarken, bir konuşma yaparken düşünmeden hareket etmek giderek bir kurala, bir zorunluluğa dönüşmektedir.

Kapitalizmin popstar mekanizmalarında zirveye doğru ittirilenler düşünmeksizin fikir üretebilecek özel şahsiyetler olduklarına inandırılmışlardır. Siyaset dünyası da bundan nasibini elbette alacaktır. Bütün gün fotoğraf karelerine yerleşmek, arada da laf yetiştirmek zorunda kalanlar, bir beyne gereksinmeyecek kadar gelişmiş organizmalar olduklarına ikna edilmiştir.

Oysa, bugünkü düzen siyasetçiyi çabuk indirebilmek için hızla yükseltmekte, gerektiğinde yerin dibine geçirebilmek için bir süre yıldızlarla dans ettirmektedir.

Olağan koşullarda, uyanık bir patrondan daha fazlası olamayacak olan Ekrem İmamoğlu’nun başına gelen tam da budur. Güç zehirlenmesi diyorlar ama bu tam açıklamıyor. Siyasette on parmak yazamaz, ne olduğunu anlamadan okuyamazsınız. Bunu yaparsınız, çakılırsınız. 

Bazen zıplar zıplar bir kez takılırsınız. Bazen gaflarınızın hiçbir hükmü olmaz, kimse ilgilenmez bile. İmamoğlu’nun Nagehan Alçı ile başlayan ve henüz bitmeyen kontrolsüzlüğünden çok daha vahim icraatları ve söylemleri oldu yakın geçmişte. Ancak şimdi, tam da cüretli bir hamle yaptığında “dur bakalım” dediler. O ana kadarki goygoycu tayfa da yüz üstü bırakıverdi. 

Gerçi Ekrem İmamoğlu’nun daha yapacakları var, onu İstanbul Büyükşehir’in başına getirenler, örneğin Ali Koç da uyarısını yaptı ama devam edeceklerdir onu arkalamaya. Bir süre…

Ders çıkarılıyor mu bütün bunlardan, bilemem. 

Son yıllarda uluslararası alanda tartışmasız en birikimli ve usta diplomatlardan biri olan Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un düştüğü duruma bakın. Anlamsız bir laf etti sonra İsraillilerden özür dilemek zorunda kaldı. Sürekli konuşmak, düşünmeyi askıya almak hata yaptırır. Lavrov yüz yıl önce “Hitler de Yahudiydi”ye çıkacak bir laf etmezdi büyük olasılık. Ama o da koşturuyor ve koşturdukça saçmalıyor. 

Bugünkü toplam sığlıkta, “Lavrov bile bu tuzağa düşüyorsa” diyebiliriz…

Peki kapitalizmi yıkmak için yola çıkanlar ne yapmalı?

Tanıdığım, bildiğim, güvendiğim, önemsediğim bazı kişilerin bu hıza ayak uydurmak isterken düştükleri durumu gördükçe gerçekten üzülüyorum. Bazen bir süre susmak iyidir, yararlıdır. Sorunun yanıtını bilmese bile, sınıf arkadaşlarından önce parmak kaldırıp sonra ne diyeceğini bilemeyen öğrenci sevimlidir ama insanlığın düşünsel birikimini gübre ve gaza indirgemek isteyenlere yardımcı olmamakta mutlaka yarar vardır.