"Bütün o pozitif ve sevimli çağrışımlarının ötesinde, bu sözcük esas olarak bir eşitsizlik durumuna işaret eder. Çünkü 'hoş görmek' güçlünün, iktidar sahibinin, egemenin imtiyazıdır."

'Hoşgörü iğrenç bir sözcüktür'

Jean Paul Sartre’ın “liberal iğrenç bir sözcüktür” sözünü “hoşgörü” için de kullanabilir ve “hoşgörü iğrenç bir sözcüktür” diyebiliriz. Öyledir, çünkü bütün o pozitif ve sevimli çağrışımlarının ötesinde, bu sözcük esas olarak bir eşitsizlik durumuna işaret eder. Çünkü “hoş görmek” güçlünün, iktidar sahibinin, egemenin imtiyazıdır; istediği zaman hoş görür, hoşgörünün sınırlarını istediği gibi kendisi tayin eder, hoşgörü aracılığıyla meşru olanın ne olduğunu belirler. Hoş görülen ise tabi konumdadır, güçsüzdür, zayıftır, yapabileceklerinin sınırının ne olduğu ona güçlünün hoşgörüsünün sınırlarıyla gösterilmiştir, yaptıklarının meşruiyeti o hoşgörü çerçevesinde belirlenmiştir.

Bu yaza gündemini vuran festival ve konser yasaklarıyla bu sürecin zirve noktası olan Gülşen’in tutuklanmasını, siyasal İslamcıların kendi hoşgörülerini toplumun/toplumsalın kurucu ilkesi haline getirmeye çalışmaları ve hepimizi o ilkeye tabi kılmak istemeleri üzerinden okumalıyız. Siyasal İslamcılar kendilerini bu ülkenin asli unsuru, gerçek sahibi, “millet”in ta kendisi ve “milli değerler”in asıl taşıyıcısı olarak görmekte, geriye kalanlara ise bu ülkede yaşama hakkını adeta bahşetmekte ya da lütfetmektedirler. Dolayısıyla kendilerine bu topraklarda yaşama hakkı bahşedilenler, yapıp ettikleriyle İslamcıların hoşgörüsüne tabidirler ve onlardan beklenen o hoşgörünün ve “fiili şeriat rejimi”nin belirlediği sınırın içerisinde hareket etmeleridir.

O hoşgörü örneğin bazen festival ve konserleri toptan yasaklayabilir ama bazen de içki içilmemesi ve gece konaklanılmaması şartıyla gereken izni verebilir. Ya da ibreti âlem olsun diye Gülşen’i birkaç gün cezaevinde tutabilir ama daha sonra “bu kadarına gerek var mıydı, bakın özür de diledi” gibi iç tartışmalarla tutukluluğu ev hapsine çevirebilir. Ama nihayetinde, içki satış saatlerinden canlı müziğin bitiş saatine uzanan bir genişlikte, “İslamcılığın hoşgörüsü”nü toplumun kurucu ilkesi yapma arzusu değişmez, değişebilecek olan sadece hoşgörünün mahiyeti ve sınırlarıdır.

Eğer hoşgörü güç ilişkilerinin bir yansıması ise güçlü olanın hoşgörüsünün sınırlarının nerelere uzanıp uzanamayacağını da yine güç ilişkileri belirler. Örneğin iktidarın İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin 9 Eylül’de düzenlediği Tarkan konserini yasaklamaya gücü yetmemiştir; alanda toplanan milyonlar ise tüm o festival ve konser yasaklarına, hayatlarının İslamcı hoşgörüye tabi kılınması arzusuna ve “fiili şeriat rejimi”ne bir kez daha çok güçlü bir şekilde hayır demişlerdir.

9 Eylül’ün İzmir’in kurtuluş günü olması, İslamcılığın İzmir’i “gavur İzmir” olarak görmesi, Tarkan’ın en başından itibaren iktidara yönelik mesafeli tutumu ve Tunç Soyer’in Milli Mücadele’nin sadece işgalcilere karşı değil saraya karşı da verildiğini hatırlatması karşısında yükselen öfke dalgası, İslamcılığın hoşgörüsünün sınırlarının nerelere doğru daralabileceğini göstermesi açısından önemlidir. İktidar, kitlelerin cumhuriyetçi değerlere daha güçlü bir şekilde sarıldığını gördükçe, kültürel hegemonyayı tesis edemediğini anladıkça, “ecdat” edebiyatının ve Osmanlı güzellemelerinin karşılığı olmadığını fark ettikçe daha da öfkelenmekte, daha da kızmakta, bu öfke ve kızgınlık hali ise “İslamcı hoşgörü”nün üzerindeki o mistik tülü kaldırıp atmaktadır.

İslamcı hoşgörünün Türkiye’yi ikiye ayırdığını söylemiştik; “millet”ten olanlar ve “hoşgörüye tabi olanlar.” Bu ayrım sınıfsal değil kültürel bir ayrıma tekabül eder ve İslamcılığın en güçlü silahlarından biridir; çünkü “hoşgörüye tabi olanlar”, yani “milletin değerlerine yabancı hayatlar yaşayanlar”, aynı zamanda “tuzu kurular, elitler, memleketin kaymağını yiyenler” olarak tasvir edilir, bunun üzerinden yapılan manipülasyonla alt sınıfların düzene yönelik öfkelerinin yönü değiştirilir, “sınıf bilinci” kazanmalarının önüne buradan bariyerler konulur. Örneğin “düşman”, fabrikaya sendikanın girmesine izin vermeyen namazında niyazındaki patron değil de Tarkan konserine gidenlerdir, emekli öğretmendir, doktordur, Cumhuriyet gazetesi okurudur vs.

Ancak mesele sadece bu değildir; bu “kültürel ayrım”, aslında onlar da emekleriyle geçindikleri halde, “beyaz yakalıların” kendilerini “orta sınıf”a ait hissetmeleri duygusunu besler ve hem onları kendilerinin daha altındaki emekçilerden, yani “mavi yakalılar”dan uzaklaştırır hem de iktidarın sınıfsal karakterini görmelerini engeller. Kendilerini cumhuriyetçi hassasiyetler üzerinden ifade eden kitlenin önemlice bir bölümü “sınıf körü”dür ve siyasal İslam’ın Türkiye’nin sermaye düzeni açısından taşıdığı işlevsel rolün farkında değildir. Dahası bu kitle Cumhuriyet’in çökertilmesinde sermaye sınıfının oynadığı rolden bihaberdir. Bu yüzden de Koç’lardan Sabancı’lardan “laik sermaye” çıkarabilmekte ya da bankaların, holdinglerin Atatürk’lü reklam filmlerine hislenip gözyaşı dökebilmektedir.

O halde şöyle söyleyebiliriz, 20 yıllık iktidar Türkiye’de hem “kültürel ayrım” hem “sınıfsal ayrım” üzerinden ülkeyi ikiye bölmüştür ve kültürel ayrımda öteki tarafta kalanlarla sınıfsal ayrımda öteki tarafta kalanların kümesi “emeğiyle geçinmek” ortak paydası üzerinden büyük ölçüde birbiriyle örtüşse de, bu örtüşme her iki tarafın da henüz kendisini bir sınıf olarak görmemesi, kendisini bir sınıf olarak inşa edememesi ve aynı sınıfın mensubu oldukları bilincine varamaması nedeniyle bir birlikteliğe evrilmemekte, buradan yeni bir “tarihsel blok” çıkmamaktadır.

Peki bu tarihsel bloğu ortaya çıkaracak asgari zemin nedir? Bu zemin kültürel ayrımın diğer tarafında kalanların cumhuriyetçi hassasiyetlerini sınıf bilinciyle buluşturmasından, siyasal İslam’la Türkiye’nin sermaye düzeninin bekası arasındaki ilişkiyi fark etmesinden ve kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmelerinden geçmektedir. Öte yandan aynı şekilde sınıfsal ayrımın öteki tarafında kalanların, yani en alttakilerin, gerçekten “elit” olanların Tarkan konserine gidenler, cumhuriyetçi hassasiyet sahibi kitleler değil, kendilerini asgari ücretle yaşamaya mahkûm edenler olduğunu görmeleri, yani gerçek sınıf düşmanlarının farkına varmaları gerekmektedir.

Bu zemin kendiliğinden ortaya çıkmaz, bu bilinç kendiliğinden şekillenmez. Bunun için siyasete, siyasi öznelere ihtiyaç vardır. İktidarın kültürel ayrıma maruz bıraktıklarıyla sınıfsal ayrıma maruz bıraktıklarının asla bir araya gelmemesi üzerine kurduğu siyasal strateji ancak ve ancak siyasetle, siyasi öznelerle kısa devreye uğratılabilir. Hakikat ancak siyasetle kavranabilir, siyasetle anlaşılabilir. Ancak kamuculukla laikliği, bağımsızlıkçılıkla aydınlanmacılığı bir araya getiren, eşitlikle özgürlüğü birlikte savunan bir siyaset bu zemini inşa edebilir ve sözünü ettiğim tarihsel bloğu yaratabilir. Gerçek bir kurtuluş ihtimali sadece buradadır.