'Dahası, iş akdinin “ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller dışında” feshedilemeyeceği şeklindeki ibarede “ahlak ve iyi niyet kurallarına uymama”nın kriterlerinin neler olduğu yer almadığı için, patron istediği an buna istinaden işçi çıkarabilecekti. Yani “işçi çıkarmanın yasaklanması” diye bir durum söz konusu değildi; isteyen patron işçi çıkarmaya devam edecek, isteyen de “nasıl olsa devlet ödeyecek” diye işçiyi ücretsiz izne yollayacaktı.'

Çarklar kimin için dönüyor?

Sehven”

Kocaeli Valiliği 2 Nisan günü bir açıklama yaparak, “huzur ortamının, kamu düzeni ve güvenliğinin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi, temel hak ve özgürlüklerin ve genel asayişin korunması ile şiddet olaylarının önlenmesi amacıyla” il sınırları içerisindeki açık ve kapalı yer toplantılarının, her türlü bilimsel, kültürel, sanatsal ve benzeri toplantı ve aktivitelerin ve gösteri yürüyüşü, basın açıklaması, açlık grevi, oturma eylemi, stant açma, imza kampanyası, çadır kurma, meşale yakma, el ilanı/bildiri, broşür dağıtma, iş bırakma, protesto eylemi vb. türdeki eylem ve etkinliklerin 15 gün boyunca yasaklandığını duyurdu.

Valilik gelen tepkiler üzerine ilerleyen saatlerde yaptığı yeni açıklamada iş bırakmanın “sehven” metinde yer aldığını, yani yanlışlıkla yasak kapsamına alındığını belirtti ve “sehven” ilan edilen iş bırakma yasağı kaldırıldı. Oysa karar Gebze’de 600 işçinin bir arkadaşlarında Korona virüs tespit edilmesi üzerine iş bıraktığı gün alınmıştı ve belli ki bu eylem valilikte panik ve heyecan yaratmış, hazır her şeyi yasaklıyorken iş bırakmayı da yasaklayalım diye düşünülmüştü.

Aynı valilik, 15 Nisan’da yeni bir “sehven” hadisesiyle daha gündeme geldi. Bu sefer valiliğe bağlı İl Hıfzıssıhha Kurulu, 9 Nisan günü almış olduğu bir kararda değişikliğe giderek  “50 ve üstü sayıda personel çalıştıran fabrikalarda Covid-19 pandemisi süresince sınırlı olmak üzere, 60 yaş üstü çalışanların, gebelerin ve raporla belgelenmiş kronik hastalığı bulunan çalışanların idari izinli sayılmasına” şeklindeki ibareyi “sehven alınmıştır” diyerek iptal etti ve bunu “tavsiye kararı”na dönüştürdü, böylece de bu kişilerin idari izinli sayılmaları engellenmiş ve çalıştırılmalarının önündeki engel kaldırılmış oldu.

Yine aynı gün alınan kararla "Maske vb. kişisel koruyucu tedbirleri harfiyen uygulamış ve pozitif çıkan kişi ile çok yakın temasta bulunmamış olanların, Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanmış olan Kapalı İşyeri/Ofislerde Kovid-19 İçin Alınacak Önlemler isimli rehberi kapsamında sadece temaslı olarak değerlendirilerek maske ile çalışmaya devam etmesine” denildi ve pozitif vakayla temas etmiş olsa bile işçilerin çalışmaya devam etmesinin önü açıldı. “Çok yakın temasta bulunmamak”la kast edilenin ne olduğu belli değildi, “maske ile çalışmaya devam” ise insan hayatına verilen “değer”i gösteriyordu!

İşçi çıkarma yasağı”

16 Nisan’da TBMM’de yeni bir “ekonomik önlem paketi”, bu sefer “sehven” değil gayet bilinçli bir şekilde kabul edildi. Pakette yer alan ve kamuoyuna “işten çıkarma yasağı” adı altında sunulan düzenleme, aslında patronlara işçiyi günlüğü 39 lira 24 kuruşa ücretsiz izne çıkarma hakkı veriyordu. Yani işçi açlık sınırının, asgari ücretin ve işsizlik parasının çok çok altında kalan bir ücretle geçinmeye mahkûm ediliyordu. Ödeme ise devlet tarafından ve daha önceden işçilerden kesilen paralardan yapılacak, böylece sermayenin üzerinden bu yük de alınmış olacaktı.

Dahası, iş akdinin “ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller dışında” feshedilemeyeceği şeklindeki ibarede “ahlak ve iyi niyet kurallarına uymama”nın kriterlerinin neler olduğu yer almadığı için, patron istediği an buna istinaden işçi çıkarabilecekti. Yani “işçi çıkarmanın yasaklanması” diye bir durum söz konusu değildi; isteyen patron işçi çıkarmaya devam edecek, isteyen de “nasıl olsa devlet ödeyecek” diye işçiyi ücretsiz izne yollayacaktı.

Aynı yasal düzenlemede “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu kapsamındaki yetki tespitlerinin verilmesi, toplu iş sözleşmelerinin yapılması, toplu iş uyuşmazlıklarının çözümü ile grev ve lokavta ilişkin süreler, düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 3 ay süreyle uzatılacak” deniliyor ve böylece toplu iş sözleşmesi ve grev hakkı da, “fırsat bu fırsat” denilerek 3 ay süreyle askıya alınmış oluyordu.

Telafi çalışması”

Aynı gün, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, patron örgütü Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) sokağa çıkma yasağı boyunca işletmeler tarafından izlenecek yola dair görüş talebine, işverenin “çalışılmayan süreler için telafi çalışması yaptırabileceğini” söyleyerek yanıt verdi. Yasak nedeniyle çalışmanın durduğu işletmelerde işçiler duran süre kadar çalıştırılabilirdi, telafi çalışma günde üç saatten fazla olamazdı ve tatil günlerinde telafi çalışması yaptırılamazdı.

Öte yandan, birçok işyerinden, özellikle süpermarketlerden gelen haberlere göre, patronların iki günlük sokağa çıkma yasağı boyunca kaybettiği saatler -ki kapitalizmde daha çok çalışma saati daha çok kâr demektir- çoktan işçilerin çalışma saatlerine eklenmiş durumdaydı ve birçok işyerinde işçiler fazladan ve elbette ki ücretsiz olarak çalışma dayatmasıyla karşı karşıya bırakılmıştı.

Bu haftaki dört günlük sokağa çıkma yasağı için ise bu sefer erkenden ve patronları memnun edecek şekilde bir düzenleme yapıldı ve “ihracata konu mal, malzeme, ürün, araç-gereç üreten iş yerleri" ile “büyük inşaatlar ile madenler" yasak kapsamı dışında tutuldu, yani çarkların dönmeye devam edeceği bildirildi.

Feda edilebilir olanlar”

20 Nisan’da DİSK “DİSK Üyeleri Arasında Salgının Etkileri” adlı bir rapor yayınladı. DİSK üyesi işçiler arasında yapılan araştırmalardan yoldan çıkarak hazırlanan rapora göre, işçilerin Korona test sonucu pozitif çıkma oranı, Türkiye ortalamasının üç kat üzerinde görünüyor. Buna göre, 17 Nisan itibariyle ülke nüfusuna göre vaka oranı binde 0.9, 15 yaş üzeri nüfus içerisinde ise binde 1.2 düzeyinde iken, işçiler söz konusu olduğunda bu oran binde 2.8 olarak karşımıza çıkıyor. Bunun sadece DİSK üyesi işçiler arasında yapılan bir araştırmanın sonucu olduğu düşünülerek ve hem diğer sendikalarda örgütlü hem de sendikasız işçiler hesaba katılarak söylenecek olursa, işçiler arasındaki vaka sayısının Türkiye ortalamasının hayli üzerinde seyrettiğini söylemek görünüyor.

Bu ise şüphesiz ki şaşırtıcı değil, işçiler “evde kal” çağrısının muhatabı kabul edilmedikleri ve sokağa çıkma yasaklarının kapsamı dışında bırakıldıkları, her sabah servisle, otobüsle, metroyla, yani toplu taşıma araçlarıyla işlerine gittikleri ve sağlıksız koşullarda, dip dibe bir şekilde çalışmaya devam ettikleri için, kaçınılmaz olarak hastalığa maruz kalma riskleri de artıyor. İşçiler çarkların dönmesi adına toplumun feda edilebilir kesimleri olarak görülüyor ve bir kısmının hastalanması ve ölmesinde sermaye açısından herhangi bir sakınca bulunmuyor.

Bu düzen değişmeli”

Anlaşılan o ki, hem iktidar partisi hem de Türkiye kapitalist sınıfı, krizi işçiler üzerinden bir fırsata çevirebileceklerini düşünüyorlar. Bu sadece krizin faturasının çalışan sınıflara çıkarılması anlamına gelmiyor, emek rejimi de bu süreçte yeniden yapılandırılıyor. Toplumun geniş kesimleri açlık sınırının da asgari ücretin de altında bir ücrete mahkûm ediliyor, işsizlik parası ve kıdem tazminatı gasp edilmek isteniyor, toplu sözleşme düzeninin ve grev hakkının askıya alındığı, örgütlenmenin, yürüyüşün, mitingin, eylemin imkânsızlaştırıldığı bir emek rejimi kalıcılaştırmak isteniyor. Kırılgan ve döviz bağımlısı Türkiye kapitalizminin düşük ücret üzerinden uluslararası rekabet gücünün artacağına, bir tür “Çin’leşmeyle” batının ucuz emeğe dayalı ürün tedarikçisi olunabileceğine ve krizden böyle çıkılabileceğine dair hesaplar yapılıyor.

Velhasıl, “sınıf savaşı” ve sermayenin emekçilere yönelik saldırısı korona günlerinde de hız kesmiyor, virüs sermayeye arayıp da bulamadığı imkânlar sunuyor. Tam da bu nedenle, emeğiyle geçinenlerin de, yani çarkları hayatları pahasına ama başkaları zenginleşsin diye döndürenlerin de kendi savaşlarını vermeleri, doğrudan hayatlarına yönelik bu saldırı dalgasına karşı bir araya gelmeleri, buna beraberce karşı koymaları gerekiyor.

Sermayenin doğrudan hayatı hedef aldığı bir zaman diliminde ve “ölüm kalım savaşı”nın mecaz olmaktan çıktığı bir dünyada, bizzat hayatın kendisini direnişe dönüştürmek ve kurucu bir iradeyle “bu düzen değişmeli” demek, hepimiz için kaçınılmaz bir zorunluluk haline geliyor.