Politik-ideolojik mücadeleden kültürel mücadeleye, iletişim araçlarından örgütlenme formlarına uzanan bir genişlikte bu “aşırı tuhaf zamanlar”ın ruhuna müdahale edebilen bir devrimci akıl yaratılmalı.

Aşırı tuhaf zamanlar 

Büyük Marksist tarihçi Eric Hobsbawm 20. yüzyılın tarihini anlattığı kitabına “Aşırılıklar Çağı” adını vermiş, 20. yüzyılın tarihiyle iç içe geçmiş yaşam öyküsünü anlattığı otobiyografisi için ise “Tuhaf Zamanlar” ismini seçmişti. Sahiden de 20. yüzyıl, devrimleriyle, savaşlarıyla, katliamlarıyla, bilim ve teknolojideki gelişmeleriyle, icatlarıyla, keşifleriyle ve tüm bunların insanlığın yaşamı üzerindeki etkileriyle daha önce görülmemiş bir “aşırılıklar çağı”ydı, yaşananlar daha önce görülmemiş ölçüde “tuhaf zamanlar”dı. 

1917’de, yani Ekim Devrimi’nin olduğu sene dünyaya gelen ve öldüğü 2012 yılına kadar komünizme olan bağlılığını ve inancını hiç yitirmeyen Hobsbawm, Sovyetler Birliği ve reel sosyalizm sonrası zamanların bir bölümüne tanıklık etti; ancak onun gördükleri henüz başlangıçtı ve bugün yaşadığımız “aşırı tuhaf zamanlar”ın adeta bir ön gösterimiydi. Sahiden de Hobsbawm otobiyografisinin 21. Yüzyıl’a uzanan ikinci cildini yazacak kadar yaşayabilmiş olsa ve bugünleri görse belki de adını “Aşırı Tuhaf Zamanlar” koyacaktı; çünkü onun çağdaşı ve onun kadar büyük bir isim olan Immanuel Wallerstein’a atıfla söyleyecek olursak bu yüzyıl bize “bildiğimiz dünyanın sonu”nu işaret ediyordu. 

Hayır, “bildiğimiz dünyanın sonu” derken ne Sovyetler-sonrası dönemde tedavüle sokulan “tarihin sonu” tarzı uydurma tezlere ne de emek-sermaye çelişkisinin bittiği, işçi sınıfının ortadan kalktığı, proletaryaya elveda dememiz gerektiği, ulus-devletlerin sonunun geldiği, post-modern zamanlarda yaşadığımız yönündeki çarpıcı ama hurafe olmaktan öteye gitmeyen büyük teorik iddialara benzer bir şey söylüyorum; kastettiğim şey başka. 

21. yüzyıl: Değişmeyenler, değişenler

21. yüzyılda da kapitalizm hâkim üretim tarzı olmaya devam ediyor, hatta artık küresel üretim tarzı karakterini kazanmış durumda. İşçi sınıfı herhangi bir şekilde ortadan kalkmadı; mavi yakalısıyla, beyaz yakalısıyla artı-değer üretmeye devam ediyor ve bu da burjuvazinin el koyduğu zenginliğin temelini oluşturuyor. Dolayısıyla emek-sermaye çelişkisi de ortadan kalkmış değil; aksine gelir dağılımı dünya ölçeğinde bozuluyor ve bu da sınıfsal çelişkileri derinleştiriyor. Öte yandan ulus-üstü sermaye fraksiyonlarının ve hatta ulus-üstü bir burjuvazinin yükselişine rağmen dünya hala ulus-devlet adlı birimlerden oluşuyor, ulus ise hala en temel siyasi kategorilerden birini teşkil ediyor; yani ulus-devletlerin ve ulusların tarihe karışacağı yönündeki tez de geçerliliğini yitirmiş durumda.

Peki eğer böyleyse, yani hala modernitenin içerisindeysek, hala kapitalizm hâkim üretim tarzı, ulus-devlet de hâkim siyasi birimse nasıl oluyor da “bildiğimiz dünyanın sonu”na geldiğimizi ve “aşırı tuhaf zamanlar”da yaşadığımızı söyleyebiliyoruz? 

Aslında bu soruya giriş mahiyetinde bir yazıyı Kemal Okuyan 5 Ağustos günü köşesinde yazdı.1 Okuyan “İran, Filistin ve Ne Yapmalı?” adlı yazısında Filistin meselesi üzerinden bir kez daha gerilen İran-İsrail ilişkilerinde alınacak tutuma dair bir tartışma yapıyor ve meseleyi Lübnan’a ve Hizbullah’a doğru da genişleterek son derece önemli birtakım sorular soruyordu: 

"Bugün bizim soracağımız soru şudur: İsrail ve ABD’nin İran’a dönük saldırganlığını “devrimci keskinlik” içeren bir “eşit mesafe” ile değerlendirip “kahrolsun mollalar diktatörlüğü, kahrolsun siyonizm, kahrolsun ABD emperyalizmi” basitliği ile mi karşılayacağız?

Aynı soru İsrail ile Lübnan arasındaki gerilim için de geçerli. Yarın İsrail Lübnan’ı işgal etmeye kalktığında, “Lübnan’da da berbat bir toplumsal düzen var” diyerek “tarafsız” bir tutum mu alacağız?"

Aslında bu sorular basitçe savaşa dönüşme ihtimali yüksek bölgesel bir krizin ve bölgesel dinamiklerin anlaşılmasının ötesinde içinde bulunduğumuz küresel duruma ve onun 20. yüzyıldan farkına dair sorulardı; yani Okuyan da “bildiğimiz dünyanın sonu”nun geldiğine ve “aşırı tuhaf zamanlar”da yaşadığımıza benzer bir küresel durum okumasından yola çıkarak “ne yapmalı” sorusunun yanıtının peşine düşmüştü.

Kapitalizmin temel dinamiklerinin bu yüzyılda da devam ettiğini biliyorsak, burada “yeni” olan nedir peki o halde, içinde yaşadığımız dünyayı yeni kılan görüngüler nelerdir? 

Yeni olan her şeyden önce kapitalizmin karşısında sosyalist bir karşı kutbun bulunmayışıdır, bu ise aynı zamanda dünya ölçeğinde sosyalist/devrimci hareketlerin zayıflığına ve hatta yokluğuna tekabül etmektedir. Devrimci güçler -zaman zaman istisnai girişimlere rastlansa da- Sovyetler’in dağılması sonucu ortaya çıkan yenilgiden ve dağınıklıktan henüz çıkabilmiş durumda değildir. Solun krizi küresel bir olgu olarak karşımızda durmaktadır yani.  

Dünya bu anlamda halen “tek kutuplu”dur; çünkü kapitalizme karşı bir alternatif sunan, onun karşısına sosyalizmi koyan ve bunun için dünya ölçeğinde politik ve ideolojik mücadele veren bir devlet –Çin de dâhil olmak üzere- olmadığı gibi yükselen bir devrimci dalgadan da söz edilemez. Ancak ABD’nin ve Batı’nın dünyanın tek hâkimi olma iddiasının çoktan sonuna gelinmesi, Rusya’nın 90’larda yaşadığı krizi atlaması ve Ukrayna’ya müdahil olması, Çin’in ekonomik ve askeri yükselişi, “küresel güney” tabir edilen ülkelerin dünya ekonomisindeki payının artışı, yani ABD ve Batı’ya yönelik meydan okumalar anlamında “çok kutuplu” bir dünyadan söz etmemiz mümkündür. 

Tam da bu nedenle bugünlerde 3. Dünya Savaşı’ndan daha fazla söz edilmesi bir tesadüf değildir. Kapitalizm 2008’de başlayan son krizini halen atlatamamıştır ve dünya tıpkı iki büyük savaş öncesinde olduğu gibi dünya pazarlarının bölüşümüne dair giderek şiddetlenen bir kavgaya tanıklık etmektedir. ABD/Batı ile Çin ve onun başını çekeceği bloğun eninde sonunda karşı karşıya gelme ihtimali hayli yüksektir ama bu paylaşım kavgasının sıcak savaş olarak tezahür ettiği en önemli coğrafya şu an için Ukrayna’dır.  ABD’de demokratların ve Avrupa liberalizminin esas askeri-politik yatırımı şu an Rusya’nın Ukrayna savaşını kaybetmesi üzerinedir ki bunun imkânsız olduğu her geçen gün giderek daha fazla anlaşılmaktadır. Buna rağmen ABD’nin ve Batı’nın barış istediğine dair elimizde herhangi bir işaret yoktur; tersine savaş daha da derinleşecektir. 

Filistin ise kapitalizmin makyajını bir kez daha dökmüş, karanlık yüzünü bir kez daha göstermiştir. Tüm o insan hakları, demokrasi, barış, özgürlük söylemleri Gazze’ye atılan tonlarca bombanın ve ceset yığınlarının altında kalmıştır. Ancak bunların da ötesinde artık Filistin meselesinin bölgesel bir savaşı tetiklemesi an meselesidir ki savaşan güçler bölgesel olsa da yeni çok kutuplu dünyayı oluşturan küresel güçler kaçınılmaz olarak geri planda savaşa müdahale edecektir.

Yeni fay hatları, kırılma başlıkları 

Solun ve ideolojik-politik anlamda çok kutupluluğun olmadığı ama egemenlik mücadelesinin devam ettiği bu yeni dünyada siyasal ayrışma da ne yazık ki sol ve sağ üzerinden gerçekleşmemekte, hem sermaye fraksiyonlarının hem de sağın kendi içerisindeki mücadeleler sürece damgasını vurmaktadır.

En kaba tasnifle sanayi sermayesiyle finans sermayesi -bunlar çeşitli ölçülerde iç içe geçmiş olsalar bile- üretilen artı-değerin kendi içlerinde nasıl bölüşüleceğinin kavgasını vermektedirler ve bu da “finans kapitale “küreselci”, sanayi sermayesine ise “ulusalcı” bir karakter kazandırmaktadır. Yani finans kapital sermayenin serbestçe dolaşımını ve gümrük duvarlarının olmadığı bir serbest ticareti ilkesel düzeyde savunurken, sanayi sermayesi elbette ki özellikle Çin’e karşı artık daha çok korumacı politika ve devlet müdahalesi talep etmektedir. 

Buradan elbette ki siyasal-ideolojik bir yarılma da ortaya çıkmakta, “küreselci” kanat ya da kimilerinin deyimiyle “ilerici neoliberalizm”, etnik, kültürel ve cinsel kimlikler için verilen mücadelelere verdiği destekle kendisini özgürlükçü olarak sunmaktadır. Diğer tarafta ise dünyanın hemen her tarafında LGBT ve göçmen düşmanlığıyla beslenen, dine, ahlaka, geleneğe ve otoriteye sığınarak muhafazakârlıktan güç alan, komplo teorileriyle, yalanlarla ve sosyal medyayla popülerleşen, ırkçı-milliyetçi yeni bir radikal sağ dalga yükselmektedir. 

“Küreselci” kanat yaklaşan ekolojik krizin farkındalığıyla kapitalizmi “yeşil” bir veçheye büründürmeye çalışmakta, radikal sağ ise iklim krizini inkar etmekte ve bunun küreselciler tarafından uydurulan bir yalan olduğunu komplo teorileri üzerine kurduğu dünya okumasına dahil etmektedir. 

Radikal sağa göre LGBT küreselcilerin bir projesidir ve amaç hem cinsiyetsizleştirme yoluyla aileyi ve onun üzerine kurulu geleneksel değerleri bitirmek hem de işe yaramaz addedilen dünya nüfusunu azaltmaktır. Hal böyle olunca küreselci güçlerin hedefindeki ülkeler de kimilerinin “woke kültür” dediği neoliberal kültür politikalarının karşısına başka bir gericilikle çıkıp LGBT düşmanlığını devlet politikası haline getirebilmekte, din ve geleneği yardıma çağırabilmektedirler.  

Radikal sağ göçü de küreselcilerin bir projesi olarak görmekte, bunu “büyük yer değiştirme” olarak adlandırmakta ve beyaz medeniyetinin yıkımı için yürürlüğe konulduğuna inanmaktadır. Küreselciler ise göçe karşı küresel bir ekonomi politikasını devreye sokmak yerine bir yandan sınır güvenliğini daha da yükseltmekte, öte yandan ise kendi kalifiye eleman ihtiyaçlarına uygun olanlarla parya olarak çalıştıracaklarını ülkelerine kabul etmektedirler. Hoşgörü ya da çok kültürlülük ise tüm bunların kenar süsü olmaktan öteye gitmemektedir.  

Öte yandan “aşırı tuhaf zamanlar”a uygun bir şekilde başta Orban olmak üzere Avrupa radikal sağı, Ukrayna-Rusya savaşına çok daha mesafeli yaklaşmakta, hatta Orban yaptığı diplomasi hamleleriyle savaşı durdurmaya katkı yapabilecek en önemli figürlerden biri olarak öne çıkmaktadır. Aynı şekilde Trump da iş başına gelirse İsrail’in arkasında sonuna kadar duracak olmakla birlikte Ukrayna-Rusya savaşını bitirmeyi vaat etmektedir. 

Solun yokluğunda kavga da kutuplaşma da düzen içi güçler arasındadır ve taraflaşma da bunun üzerinden gerçekleşmektedir; ancak mesele bununla sınırlı değildir. Bölgemiz özelinde görüldüğü üzere İsrail’e ve ABD emperyalizme karşı direnişte uzun zamandır Hamas, Hizbullah ve İran ön plana çıkmaktadır; ancak “direniş ekseni”nin anti-kapitalist olmadığı da açıktır. Dahası eksenin üyeleri dünyaya din-merkezli bakmakta, dine dayalı bir devlet anlayışını savunmakta ve dolayısıyla siyasal İslamcı bir karakter taşımaktadırlar. 

Kaotik bir dünyada devrim arayışı 

15. yüzyılda yaşamış ressam Hieronymus Bosch’un tablolarına benzeyen bu “aşırı tuhaf” dünya tablosuna elbette ki başka şeyler eklenmelidir: Dijital evren, insanların giderek o dijital evrende yarattıkları personalardan ibaret varlıklara dönüşmeleri, sosyal medyanın yalanı yayma hızı, radikal sağın/yeni faşizmin buradan örgütlenmesi, tam otomasyona doğru gidiş ve yapay zekâ… 

Böylesine kaotik bir tablonun ortasında, “bildiğimiz dünyanın sonu”na geldiğimiz bu “aşırı tuhaf zamanlar”da gündelik siyasette alacağımız tutumlar da buna göre belirlenmek, daha esnek, daha hızlı daha zekice bir karakter taşımak zorundadır. Filistin meselesi, Ukrayna savaşı, İran-İsrail gerilimi, Tayvan meselesi, Çin’in yükselişi, yeni radikal sağ dalga, kapitalizmin kendi iç çelişkileri, yükselen kimlik talepleri ve buna verilen tepkiler, bunların hepsi, bir bütünlüğün içerisinde ama aynı zamanda kendi özerklikleri içerisinde değerlendirilmesi gereken zorlu başlıklar olarak öne çıkmaktadır. 

Sol bu başlıklarda vereceği mücadelede daha zeki, daha yaratıcı olacaktır ama mesele sadece bu da değildir; bugün insanlığın geldiği noktada temel sorumuz olan “ne yapmalı” sorusuna vereceğimiz yanıtların da değişmesi kaçınılmazdır. 

Halen kapitalist bir dünyada yaşadığımıza göre kapitalizmi yıkmak ve yerine sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurma hedefimizin değişmeyeceği çok nettir ve her türlü tartışmaya kapalıdır. Ancak bu kaotik ve karanlık tablo devrimcilere yeni ödev ve görevler yüklemekte, politik-ideolojik mücadeleden kültürel mücadeleye, iletişim araçlarından örgütlenme formlarına uzanan bir genişlikte bu “aşırı tuhaf zamanlar”ın ruhunu anlayıp ona müdahale edebilen bir devrimci aklın yaratılmasını zorunlu kılmaktadır. Bunun nasıl yapılacağı ise sadece Türkiye devrimcilerinin değil dünya devrimci güçlerinin temel meselesidir.