Grev, bir turnusol kâğıdı misali, kimin ne olduğunu ve kimin nerede durduğunu bize bir kez daha gösterdi, işçiler adeta bir linç kampanyası ile karşı karşıya kaldılar.  

Asıl şımarık sizsiniz

Kadıköy Belediyesi işçileri, toplu iş sözleşmesi görüşmelerinden bir sonuç çıkmayınca, 15 Şubat’ı 16 Şubat’a bağlayan gece greve çıktılar ve ne olduysa ondan sonra oldu. Grev, bir turnusol kâğıdı misali, kimin ne olduğunu ve kimin nerede durduğunu bize bir kez daha gösterdi, işçiler adeta bir linç kampanyası ile karşı karşıya kaldılar.  

İşçilere isnat edilen en temel suçlama neydi? Linç kampanyasının merkezinde “şımarıklık” vardı, işçiler “şımarıklık” yapıyorlardı.   

Şımarıklık derken ne kastediliyordu peki? Kastedilen şuydu: İşçiler asgari ücretin 2825 TL ve milyonlarca kişinin işsiz olduğu bir ülkede, 5000 TL gibi “hayli yüksek” bir maaş talep ediyorlardı. Bunu talep edebilmelerinin nedeni ise CHP’li bir belediyede çalışmalarıydı. AKP’li bir belediyede olsalar böyle bir “şımarıklık” yapamazlardı. 

Bu sayede, dört kişilik bir ailenin açlık sınırının, yani sadece gıda için harcanacak minimum miktarın yaklaşık 2600 TL olduğu, yoksulluk sınırının ise 9000 TL’ye vardığı bir ülkede, emeğinin karşılığı olarak aylık 5000 lira maaş istemenin şımarıklık olduğunu öğrenmiş olduk. 

Ve bu sayede, liberallerin fıtratlarında olan halk düşmanlığıyla birlikte, kendilerine “muhalif” diyenlerin bir kısmının muhalifliğinin de kıymeti kendinden menkul ve içi boş bir AKP karşıtlığından öteye gitmediğini, iktidarla ve patronlarla aynı dili konuşmakta aslında hiç zorlanmadıklarını, çünkü hangi sınıfa ait olduklarını bilmediklerini ve elbette ki asıl şımarığın kim olduğunu bir kez daha görmüş olduk.

Peki grev karşıtlığının ve işçi düşmanlığının somutlaştığı kesimler kimlerdi, bu düşmanlığın kaynağında ne vardı? 

“İşçiler nasıl 5000 lira maaş ister, böyle şımarıklık olur mu” diye tepinenlerin başında sermaye düzeninin çapsız fedaisi halk düşmanı liberaller geliyordu elbette ve bu şüphesiz ki şaşırtıcı değildi. Asgari ücret tartışmaları sırasında 2825 TL’yi fazla bulan, halk ekmek tartışmalarında “belediye ucuz ekmek satar mı” diye soran, muhalefetin hafif perdeden de olsa dile getirdiği “kamulaştıracağız” iddiasına karşı beşli müteahhit çetesine göğsünü siper eden ve asıl şımarık kendisi olan bu piyasa şövalyelerine göre Türkiye belediye işçisine 5000 lira verecek kadar zengin bir ülke değildi.

Peki Türkiye, sarayları sırtında taşıyabilecek, 70 milyar dolarlık kamu varlığını sermayeye devredebilecek, Koç’ları, Sabancı’ları köşklerde, yalılarda besleyebilecek, müteahhitlere dünyada eşi benzeri görülmemiş ihaleleri verebilecek, sermayeden vergi almayacak, borçlarını affedebilecek ve örneğin bankaların sadece geçen yıl halkın sırtından 60 milyar lira kâr elde edebilecekleri kadar zengin bir ülke miydi?

Bu soruların elbette ki bir önemi yoktu ve zaten liberal şımarıklığın bu sorulara dair herhangi bir derdi de yoktu. Para bir tek evine ekmek götürmek için aylık 5000 lira maaş isteyen işçiye gelince olmuyordu nedense ve o kadar zengin olmadığımız ise işçiler az da olsa insanca bir yaşam talep ettiklerinde akla geliyordu sadece. 

Grev karşıtlığının ve işçi düşmanlığının yaygın bir şekilde gözlemlenebildiği kesimlerden bir diğeri, aslında kendileri de üç kuruşa çalıştırılan işçiler oldukları halde, tüketim kalıpları ve yaşam tarzları üzerinden kendilerini “orta sınıf” olarak görenlerdi. 

Kahve zincirinden 10 liraya kahve alabildikleri ya da aylık 20 liraya dizi izleme platformuna üye olabildikleri için orta sınıf mensubu olduklarını zanneden bu beyaz yakalı proleterlere göre, o kadar okul okuyan kendileri asgari ücrete talim ederken, işçilerin 5000 lira maaş istemesi olacak iş değildi.

Bu arkadaşlar, hem hangi sınıfa ait olduklarını hem de maaşlarının bu kadar düşük olmasının gerisindeki esas nedenin ne olduğunu bilmiyorlar ve işçilerin “yüksek” maaş istemesiyle kendilerinin maaşlarının düşük olması arasında bir ilişki olduğunu zannediyorlardı. 

Oysa bakmaları gereken yer ve görmeleri gereken şey gayet basitti: Türkiye sermaye sınıfı da diğer ülkelerin sermaye sınıfları gibi ücretleri en yüksek üretim maliyeti olarak görüyor ve sürekli bunu düşürmeye/düşük tutmaya çalışıyordu. Yaşanan krizle ve işsizliğin artışıyla birlikte patronların işi daha da kolaylaşmıştı, çünkü şimdi çalışanlarına “işini beğenmeyen varsa gidebilir, dışarıda bu paraya çalışabilecek yüz binlerce kişi var” demeleri daha kolaydı. Hele de bir de doğru dürüst bir örgütlenmenin, sendikalaşmanın olmadığı, toplu sözleşme mekanizmasının işlemediği ve grev yapılamayan bir emek rejiminde bundan daha kolay bir şey yoktu. 

Velhasıl, beyaz yakalıların sefalet ücretiyle çalışmalarının nedeni belediye işçisinin maaş talebi değil, mevcut emek rejimi ve patronların kâr hırsıydı ama onlar daha hangi sınıfa ait olduklarını bilmedikleri halde, daha doğrusu bunu bilmemeleri nedeniyle, cehaletin beslediği bir şımarıklık içinde faturayı ekmeği için mücadele eden belediye işçisine kesebiliyorlardı. 

Kadıköy Belediye’sindeki grevin turnusol işlevi gördüğü kesimlerden biri de bir kısım CHP seçmeniydi ve bunlar esas olarak “büyük oyun”u gördükleri iddiasındaydılar: CHP’li belediyelerde yapılacak olan bir grev en çok AKP’nin işine yarardı, Refah Partisi 94 seçimlerinde belediyeyi çöpçülerin yaptığı grev yüzünden kazanmıştı, belediyeler bilmem kaç sene sonra alınmışken ve yakında da bir seçim ihtimali varken yapılacak iş miydi bu, aynısını AKP’ye karşı yapabiliyorlar mıydı, belediyeden maaş artışı isteyeceklerine iktidara karşı mücadele etmeleri gerekirdi falan filan…  

Bu “büyük oyun”u görme iddiasındaki toplamın, aynı zamanda Türkiye’de yaprak kımıldasa “aman AKP’nin işine yarar” diyen, her fırsatta “bizi sokağa dökmeye çalışıyorlar” zırvasıyla sokağı öcüleştirden, tam da iktidarın istediği üzere sandığa tapan ve her seçimde “bu sefer kesin gidiyorlar” illüzyonuna kendini kaptırıp bundan hiç ders çıkarmayanlar olması şaşırtıcı değil elbette. 

Bunlar, iktidarı 20 yıldır asıl ayakta tutanın kendi apolitizmleri, Uğur Dündar’dan, Yılmaz Özdil’den, Sözcü gazetesinden beslenen uyduruk muhaliflikleri, gerçeklikten kaçışları, romantizmleri, nostaljileri, banka ve holdinglerin yayınladığı reklam filmlerine gözyaşı dökmekten ibaret cumhuriyetçilikleri, her seferinde milli birlik beraberlik korosuna koşa koşa dâhil olma ve kucaklaşma hevesleri olduğunun farkında dahi değiller, buna dair en ufak bir sorumluluk duygusu dahi taşımıyorlar. 

Ama hal böyleyken, kendileri değil 5000 TL isteyen belediye işçisi iktidara hizmet ediyor, kendileri değil hak mücadelesi veren belediye işçisi şımarık oluyor. 

Geride kalan yirmi yıl, Türkiye’de toplumu hızla çürütürken kendisine muhalif diyen kesimler de bundan azade kalmadı, çürüme genele yayıldı. Grevin, emek mücadelesinin, ekmek kavgasının ne olduğu unutuldu. Siyaset sandığa hapsedildi. İlkesiz ittifaklar, üç beş oy fazla almak üzerine kurulu bir pragmatizm, gericiliği görmezden gelme, muhalif kesimleri de esir aldı. Geride kalan yirmi yılda iktidarın kendi hanesine yazacağı en büyük başarılardan biri de budur, karşısındakileri de kendine benzetmesi, kendisi gibi yapmasıdır yani.  

Eğer sahici bir çözüm, sahici bir çıkış yolu aranıyorsa, öncelikle yapılması gereken şey işte bu benzerliğin fark edilmesi ve sonra da reddedilmesidir. 

Seçimi ve sandığı her şey sanan, pragmatizm diye ilkesizliği pazarlayan, ittifaklar siyaseti adına her şeye susan, gözü sokağa, eyleme, greve kapalı, öfkesini gerçek muhataplarına değil hakkı olan için mücadele edenlere yönelten ve kendi kurtuluşunun kendisi gibi olanlarla yan yana gelmekten geçtiğini fark etmeyen bir bakış açısıyla varılabilecek bir yer yoktur çünkü. 

Ve illa ki bir şımarıklıktan söz edilecekse, asıl şımarıklık tam olarak budur.