"Ahlat’tan bu küfür manzumesine uzanan bir yol var ve o yollar hep aynı yere sol düşmanlığına, antikomünizme çıkıyor. Bu yolları kesmek, kapatmak durumundayız."
Rejim inşa edenler o rejime uygun insanı da imal ederler; bunun için eğitim sistemiyle oynanır, tarih yeniden yazılır, diziler, filmler çekilir, medya kullanılır, yeni milli günler, yeni törenler, yeni gelenekler icat edilir, amaç kendi “makbul vatandaş”ını yaratmaktır. En son kabine toplantısının Ahlat’ta yapılması ve Malazgirt Zaferi kutlamalarının içine yerleştirilmesi elbette ki bir tesadüf değildir; yeni rejim, geçmişte Fethullahçı çeteyle birlikte icra ettikleri “Kutlu Doğum Haftası”nı hatırlayarak söyleyecek olursak, bir süredir kendi “milli günlerini” icat etmekte, buradan kendi yeni resmi tarihini yazmaktadır.
Ahlat’ın birinci boyutu budur ama bir de ikinci boyutu vardır; orada verilen fotoğraf yeni rejimin devlet mimarisinin fotoğrafıdır. İktidar partisi ve ortakları MHP, BBP, HÜDA-PAR’ın yanı sıra başta kuvvet komutanları olmak üzere devlet ricali yan yana boy göstermekte, rejime karakteristiğini veren Türk-İslam sentezci parti-devlet özdeşliği tablosu ele güne karşı sergilenmektedir. Böylece AKP ve Cumhur İttifakı kendisini devletin sahibi ve hem yerli hem milli olarak sunabilirken karşısındaki herkesi gayri millilik ve gayri yerlilik çuvalına doldurup kolaylıkla terörist, vatan haini, bölücü ilan edebilmektedir.
Üçüncü boyut ise tarihseldir ve o tarihsellikte sol düşmanlığı, antikomünizm vardır. Türkiye İslamcılığına ve Türk sağına kapılar sol düşmanlığıyla, antikomünizmle açılmıştır, İslamcılar ve ülkücüler de o kapılardan girip iktidar olmuşlardır. Erdoğan antikomünist şebekenin içerisinden yetişip gelmiştir. Yanına aldığı Bahçeli keza öyledir, MHP sola karşı paramiliter bir güç olarak teşkilatlandırılmış, antikomünist bir sokak gücü olarak sahneye çıkmıştır. BBP, ülkücü milliyetçiliğin İslami bir fraksiyonudur, Muhsin Yazıcıoğlu’nun öncülüğünde MHP’den kopmuştur ve şimdi başında o fotoğrafta gördüğümüz Mustafa Destici vardır. Genel Başkanlığını Zekeriya Yapıcı’nın üstlendiği HÜDA-PAR ise Kürt ilericiliğine, Kürt siyasetinin içerisindeki sol damara karşı 90’larda sahaya sürülmüş bir ölüm çetesinin yasal uzantısıdır.
Yanlarındaki kuvvet komutanlarını da tabloya dâhil ederek söyleyelim, bu tablo devletle Türk sağı arasında Soğuk Savaş’la birlikte sola karşı kurulan antikomünist mutabakatın bugün vardığı yerin görünümüdür. 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezinin bugün rejimin kurucu ideolojisini oluşturması ve devletin resmi ideolojisi haline gelmesidir. Antikomünizm Türkiye’nin zehridir, antikomünizmin sonucu olarak 12 Eylül’de halka kemer sıktırılırken icat edilen Türk-İslam sentezi, bugün halkın boğazını sıkan Şimşek programının da hamisidir. Türk sağı, Türkiye’nin sermaye düzeninin bekasını vatanın, milletin bekası yalanıyla örtmeye ve o düzenin muhafızlığını yapmaya devam etmektedir.
Sol düşmanlığı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sağın, Türk sağının alamet-i farikasıdır; ancak sol düşmanlığı Türkiye’de sadece Türk sağına özgü değildir, örneğin Kürt sağına baktığınızda da sola, sosyalizme, Türkiye’nin ilerici birikimine yönelik bir düşmanlık, bir husumet görebilirsiniz. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir küfür metnini, bir sahtekârlıklar manzumesini bunun en iyi örneklerinden biri olarak okuyabiliriz. Müslüm Yücel tarafından yazılan bir yazı bize sol düşmanlığıyla antikomünizmin boyutlarını ve vardığı yeri göstermesi açısından son derece önemli ipuçları vermektedir.
“Türk Entelektüelleri” adlı bu yazı baştan sona milliyetçiliğin ve ırkçılığın damgasını vurduğu, kör bir nefretle yazılmış, dili ve anlatımı bozuk, argümandan yoksun, iddia ettikleriyle hakikat arasında neden-sonuç ilişkisi ve illiyet bağı kuramayan, berbat ötesi bir metindir. Ama yazıya asıl karakteristiğini veren şey, yazarının söylediği yalanlardan ve düşünsel sahtekârlığından kaynaklı olarak ahlaksızca bir metin olmasıdır. Yetenekli Bay Yücel demekte bir sakınca göremeyeceğimiz yazar, nefretinin merkezine Nâzım Hikmet’i koymuş ve onun hakkında hepsi kolaylıkla çürütülebilecek sayısız yalanı bir hezeyan haliyle okuyucunun üzerine boca etmiştir. Üstelik bu yalanların kolayca çürütülebileceğine dair bir endişe de taşımamış, bundan da en ufak bir utanç duymamıştır.
Yetenekli Bay Yücel Nâzım'la ilgili yalanlarına “Bana göre yüz yıldır başımıza gelen bütün belaların adresi, Nâzım Hikmet’tir” cümlesiyle başlamaktadır ama buradaki “biz” kimdir, başımıza gelenler nelerdir, Nâzım neden bunların adresidir, tüm bunlara dair herhangi bir açıklama yapmamaktadır. Hemen devamında ise ilk yalan gelir, Yücel Nâzım’la ilgili yalanlar zincirinden hemen önce Halit Ziya Uşaklıgil’in oğlunun Mustafa Kemal’in hediyesi olan bir tabancayla ve bir nehir kıyısında intihar ettiğini söyler. Oysa Vedad Uşaklıgil silahla değil ilaç içerek intihar etmiştir ve intihar ettiği yer de bir nehir kıyısı değil Türkiye’nin Arnavutluk Büyükelçiliği’dir.
Yetenekli Bay Yücel, Nâzım'ın siyasette CHP-MHP’de karşılığını bulduğunu öne sürer; buna delil olarak ise Türkeş’in bir zamanlar yaptığı bir konuşmada onun “Davet” adlı şiirinin “Dört nala gelip Uzak Asya’dan/Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/bu memleket bizim” adlı dizelerini okumasını gösterir. Bu dizelerin aslında bir işgalcilik övgüsü olduğunu söyledikten sonra ise bütünüyle alakasız bir şekilde Osmanlı’daki kardeş katline geçer. Dediğim gibi Yetenekli Bay Yücel sadece yalancı değildir; olaylar arasında neden-sonuç ilişkileri de kuramaz, cümleler kendi akışı içerisinde herhangi bir somut yere bağlanmaz.
Türkeş’in “Davet”ten bir dize okuması Nâzım'ın MHP’de karşılık bulduğunu mu gösterir peki? Elbette ki hayır, 1930’lardan günümüze siyasetçisiyle, ideoloğuyla, edebiyatçısıyla Türk sağının bir numaralı düşmanı her zaman Nâzım Hikmet olmuştur. Türkeş’in hocası Atsız Nâzım’dan her zaman “Nâzım Hikmetof” diye bahsederdi, Necip Fazıl her zaman kendisini Nâzım’dan daha büyük bir şair olarak görürdü, Peyami Safa en büyük polemiklerini Nâzım’a karşı yaptı, Türk sağı hayatı boyunca da öldükten sonra da hep Nâzım’la uğraştı, hep ona saldırdı, onu itibarsızlaştırmaya çalıştı, çünkü o Türkiye’de komünizmin sembolüydü.
Devam edelim, Yetenekli Bay Yücel Nâzım’ın 1915 yılında Yahya Kemal’in talebesi olduğunu, onun ilk şiirinin yayınlandığı tarihte İstanbul’da Ermeni aydınların idam edildiğini söyler ki asıl söylemek istediği şey Nâzım’ın bu idamları görmezden geldiğidir. Oysa Nâzım 1915’te henüz 13 yaşında bir çocuktur, şiire yeteneği vardır ama henüz bir politik bilinci hele hele sol bir politik bilinci hiçbir şekilde yoktur. Bay Yücel hemen ardından zamanda bir sıçrama yaptıktan sonra 1925’e gider ve Nâzım’ın yazdığı Piyer Loti şiirine geçerek “maddeden ayrı bir ruha inansaydım eğer, şarkın kurulduğu gün, senin ruhunu, köprübaşında çarmıha gerer, karşında cıgara içerdim” dizelerini alıntılayıp bunun bir şiir olmadığını söyler. Yetenekli Bay Yücel’e göre bu bir şiir değil “linçin, katliamların ayak sesi”dir.
Oysa bu şiirin bambaşka bir derdi vardır. Yetenekli Bay Yücel’in olanca cehaletiyle “kimine göre oryantalisttir” dediği Piyer Loti “kimine göre oryantalist” değildir, oryantalizmin sembol ismidir. Oryantalizm, yani Şarkiyatçılık nedir peki? Batı sömürgeciliğinin sömürgelerine bakma biçimidir, Batılı Beyaz Adamın Doğu’ya baktığında görmek istediğidir. Beyaz Adam Doğu’ya baktığında egzotik şehirler, saray, harem, fes, nargile vs. görür, Doğu’yu böyle tahayyül eder. Edward Said 1978 yılında yayınlandığında büyük olay yaratan ve çığır açan “Oryantalizm” adlı kitabında oryantalizmi bütün boyutlarıyla anlatır. İşte Nâzım daha 1925 yılında Loti üzerinden ve Said’e çok benzer bir şekilde sömürgeciliğin ideolojisi olan oryantalizmi eleştirmekte, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı Doğu halklarının özgürlüğünü savunmaktadır; mesele linç, katliam falan değildir yani, bunlar Yetenekli Bay Yücel’in karanlık hayal dünyasının mahsulleridirler. Bu karanlık hayal dünyası bu şiirden 6-7 Eylül olaylarına uzanır ve aslında bir Fransız olan Piyer Loti’yi gayrimüslim sandığı için midir bilinmez ama Nâzım’ın şiiriyle 6-7 Eylül arasında “linç” üzerinden bir bağlantı kurmaya çalışır, 6-7 Eylül’ün Nâzım’ın savunduğunu iddia ettiği “linç” anlayışından kaynaklandığını söyler. Dediğim gibi Yetenekli Bay Yücel olaylar arasında sahici nedensellikler kurmaz, çünkü onun için amaca ulaşmada her yol mubahtır ve buna seri halde yalan söylemek de dâhildir.
Sıradaki yalan başka bir şiirle ilgilidir; Yücel Nâzım’ın “Korsan Türküsü” adlı şiirinden “Karıştı Madrid orospularının kanı kanımıza” dizesini alır ve “aşksız evliliği fuhuş olarak gören Marksizm’den böylesi bir şair çıkmamalı. Dahası bir şair bunu dediği an, ırza geçme bir hak sayılır” şeklinde bir hezeyan cümlesi daha kurar. Oysa Nâzım bu şiirde korsanların ağzından konuşmakta, bir korsan hikâyesi anlatmaktadır; kanı Madrid orospularının kanına karışanlar, Afrika’dan Avrupa’ya köle taşıyan, gemileri yağmalayan, vurgun peşinde koşan korsanlardır. Bilal’e anlatır gibi anlatmak gerekirse, şairin, yazarın yarattığı kahramanın düşünceleri ve söyledikleri yazarın kendi düşünceleri ve söyledikleri değildir; öyle olsa Abdi Ağa’nın düşünceleri Yaşar Kemal’in düşünceleri olurdu.
Ancak Yetenekli Bay Yücel burada da kalmaz ve Nâzım’ın bu dizelerinden Kayseri’de geçtiğimiz aylarda sığınmacılara karşı düzenlenen pogrom girişimine uzanarak “bu şiirin bugünkü karşılığı: Kayseri’de bir kıza tecavüz edildiği iddiasıyla halk sokağa çıktı” der. Yücel’in doğru düzgün cümle kuramamasını geçerek söylüyorum, eğer hepimizin tanıklık ettiği bir göz göre göre delirme değilse bu, korkunç bir alçalma halidir. 1925 yılında yazılmış bir şiirden bir dizeyi cımbızlayıp Kayseri’deki saldırılarla ilişkilendirmek için başka bir dünyada yaşamak gerekir çünkü.
Ve tüm bunların, tüm bu yalanlar manzumesinin zirve noktası gelir hemen: Yetenekli Bay Yücel Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan “Eskiden İstanbul’da, Beyoğlu’nda gavur dükkancılar/ Frenkçe de yazarlardı levhalarına/ Bak şimdi, yasak ettiler bunu, iyi oldu/ Türkçe yazmalı, Türkün ekmeğini yiyenler…” dizelerini alıntılayarak Nâzım’ın dil yasağına da karşı olmadığını söyler ve bu dizeleri de bugüne bağlayarak “son mısraı biliriz, son mısra devlet-mafya merkezli dizilerde kullanıldı” der.
Peki gerçek nedir, bunlar Nâzım’ın kendi düşünceleri midir? Tabii ki hayır. Şiirin bu kısmında cezaevindeki üç kişi, yani Çopur İhsan Bey, Asri Yusuf ve Bakkal Sefer kendi aralarında sohbet etmektedir. Cezaevinde olmalarının nedeni ise karaborsacılık, dolandırıcılık, kalpazanlıktır. Burada Nâzım, bir kez daha Bilal’e anlatır gibi anlatmak gerekirse başkalarını konuşturmaktadır, söyledikleri kendi düşünceleri değildir. Bırakın dil yasağını savunmayı, burada gayrimüslimlere yapılanlar, Yetenekli Bay Yücel’e benzeyen tiplerin, yani üç sahtekârın konuşmaları üzerinden eleştirilir, Türk sağının “Türk’ün ekmeğini yiyenler…” edebiyatıyla inceden dalga geçilir.
Yetenekli Bay Yücel devam eder ve Nâzım’ın Kuvayı Milliye Destanı’nı affedilme beklentisiyle, yani hapisten çıkmak için yazdığını söyler; doğru mudur yalan mıdır bilemeyiz, ancak doğru olsa ne olur? 1938’de sahte bir davayla içeri atılmış ve yıllardır cezaevinde yatmakta olan bir insanın böyle bir işe kalkışması anlaşılır bir şey değil midir? Kaldı ki Kuvayı Milliye Destanı “ısmarlama” bir şiir değildir; Milli Mücadele üzerine yazılmış en iyi şiirdir ve Nâzım orada hikâyenin merkezine yoksul halkı, köylüleri, işçileri yerleştirir; emperyalizme karşı asıl savaşanların bunlar olduğunu söyler. Yücel belki kendisi daha iyi bildiğinden, Nâzım’ın Mustafa Kemal’le ilgili dizeleri için “nasıl yaltaklanacağını bilmemek de acıdır” der. Doğrudur, Kuvayı Milliye Destanı’nda Mustafa Kemal’e yönelik bir yaltaklanma yoktur; şiirde o, savaşın içinde ve olduğu gibi resmedilir.
Yetenekli Bay Yücel’in çukurun en dibine doğru indiği yer ise “Nâzım, yaltaklanmayı sever; Ahmet Hamdi Tanpınar ve ikide bir Adnan Menderes’ten para isteyen Necip Fazıl’dan eksik kalmaz” dediği yerdir. Buna kanıt olarak ise “Diyetimi istiyorum, Adnan Bey, göze göz, ele el, bacağa bacak/ Diyetimi istiyorum, alacağım da.” dizelerini gösterir. Yücel’in sanki Nâzım Menderes’ten Necip Fazıl misali para istiyormuş gibi göstermeye çalıştığı şey, bir Kore savaşı gazisinin Menderes’e seslenmesinden başka bir şey değildir oysa ve şiirin adı da “KORE'DE ÖLEN BİR YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES'E SÖYLEDİKLERİ”dir. Yani Nâzım burada NATO’ya üyelik adına Kore’ye yollanan yoksul halk çocuklarının hesabını sormaktadır, Menderes’ten bir lütuf, bağış, ihsan talep etmemektedir, ona yaltaklanmamaktadır.
Yetenekli Bay Yücel yazının sonunda Nâzım’ın Stalin için o hayattayken ve öldükten sonra söylediği birbirine zıt şeylerden söz ederek bunu liderlere yönelik yaltaklanmasına örnek olarak gösterir ve sonra da onun siyasi duruşunun sorunlu olduğunu, Marksizm’le ham bir ilişki kurduğunu, geniş bir okuması olmadığını söyler. Konuya dair son cümleler ise ibretliktir: “Bugün hala Nâzım’dan söz ediyorsak, onun komünist bir şair olması değildir; siyaset ayıklanınca görülen adamdır, hoştur, güzeldir.” Oysa Nâzım’ı Nâzım yapan şey onun komünist bir şair olmasıdır, Marksizm’e dair bilgisine dair zırvalara ise hiç girmiyorum bile, bu Yücelgillerin haddi değildir.
Yetenekli Bay Yücel’in normalde üç beş kişiden başka kimsenin okumayacağı bu uzun küfür manzumesini sosyal medyada paylaşarak yüzbinlerce kez okunmasına vesile olduğum için özür dilemeli miyim acaba diye soruyorum kendime son birkaç gündür ama hayır, görülmeli, okunmalı ve bir de cevap yazılmalıydı. Çünkü Ahlat’tan bu küfür manzumesine uzanan bir yol var ve o yollar hep aynı yere sol düşmanlığına, antikomünizme çıkıyor. Bu yolları kesmek, kapatmak durumundayız. Türkiye’nin bir sol damarı, ilerici, devrimci bir birikimi var; o damarı, o birikimi yıllardır didik didik ederek biz kendimiz zaten eleştiriyoruz ama tıpkı Yılmaz Güney’e yapılanlar örneğinde olduğu gibi bunun sağ tarafından bir itibarsızlaştırma projesi olarak karşımıza gelmesine izin vermeyeceğiz. Türk ya da Kürt hangi etnik gruptan olduğu fark etmez, bu memleketin solunun Türk’üyle Kürt’üyle hep birlikte yarattığı sol değerlere kim saldırırsa saldırsın önüne çıkacağız, karşı duracağız, cevabını vereceğiz. Buradayız.