"CHP ve DEM Parti’nin gölgesinden kurtulmuş, güçlü, etkili, toplumsallaşmış bir sol olsaydı, yapılanlar böyle kolay yapılabilir, 31 Mart seçim sonuçları böyle kolay çalınabilir miydi?"

31 Mart’ta ne olmuştu?

31 Mart seçimleri neticesinde ortaya çıkan tablonun sadece yedi ay içerisinde unutturulması ve silinip gitmesi, Türkiye gibi “gündem manyağı” yapılmış bir ülkede yaşasak bile “ne oldu da böyle oldu” sorusunu sormayı mecbur kılıyor. 

Önce sözünü ettiğimiz tablo neydi hatırlayalım. 31 Mart 2024 seçimlerinde 14-28 Mayıs 2023 seçimlerindeki tablo tamamen tersine dönmüş, AKP ilk kez bir seçimi kazanamamış, elindeki çok sayıdaki belediyeyi kaybetmiş, CHP de 1977 seçimlerinden sonra ilk kez bir seçimden birinci parti olarak çıkmış, daha önce belediye kazanamadığı birçok yerde bu sefer başarılı olmuştu. 

Peki bu tabloyu yaratan şey neydi? O tabloyu, 14-28 Mayıs seçimleri sonrası Mehmet Şimşek’in ekonominin başına geçmesi ve izlediği program yaratmıştı esas olarak. Enflasyonu düşürme iddiasıyla yürürlüğe konulan Şimşek programı, genel seçimlerin yapıldığı 2023 yılı mayıs ayında yüzde 39.5 iken yerel seçimlerin yapıldığı 2024 yılının mart ayında yüzde 68.5’e çıkmıştı. Aynı dönemde dolar kuru ise 20.7 liradan 32 liraya yükselmişti. Enflasyondaki ve hayat pahalılığındaki yükselişe rağmen asgari ücrete yapılan zam sınırlı tutulmuş, memur ve emekli maaşlarında herhangi bir ciddi iyileştirme yapılmamış, Erdoğan da seçim meydanlarında popülizm uğruna Şimşek programından taviz vermeyeceklerini açıklamıştı.

İşte Türkiye toplumu 31 Mart günü sandığa IMF’li ya da IMF’siz istikrar programlarına dair hafızasıyla ve ekmeğinin adım adım küçüldüğünü görerek gitti ve iktidara 22 yıllık tarihinin en büyük uyarısını yaptı, haritayı baştan aşağı kırmızıya boyadı. Tablonun böyle şekillenmesinin gerisinde ne CHP’nin başarılı muhalefeti ne de adayların kimliği vardı; esas mesele ekonomikti, esas mesele ekmeğinin küçülmesine halkın gösterdiği tepkiydi. 

Normal şartlarda böylesi bir tablonun sonucu iktidarın meşruiyet krizine girdiği ve ülkeyi yönetme ehliyetini yitirmeye başladığı yönünde bir tespitten yola çıkarak söz konusu krizi derinleştirmek ve ekmeğin küçülmesi gündemiyle iktidarı erken seçime gitmeye zorlamak olurdu. Şimşek programına alternatif asgari sosyal demokrat bir program bile, geniş halk kitlelerini seferber etmek ve ülkeyi seçim konjonktürüne sokmak için yeterli olabilirdi.

Ancak böyle olmadı; Kılıçdaroğlu’ndan sonra Özgür Özel CHP’si de majestelerinin muhalefeti olmaktan öteye gidemedi ve tarihinin en büyük yenilgisini alan iktidara bir kez daha el uzattı. Bunun için atılan ilk adım ise yandaş Sabah gazetesinden Yavuz Donat’a verilen ve gazetenin “Makama Saygı” manşetiyle yayınladığı röportaj oldu. Özel orada adeta iktidarın 31 Mart’ta aldığı yarayı saracağını, o tabloyu derinleştirecek bir strateji izlemeyeceğini deklare etti, ilerleyen günlerde ise erken seçim çağrısı yapmayacağını, henüz bunun vaktinin gelmediğini söyledi. “Normalleşme/yumuşama” süreci de böylece başlamış oldu. 

Özel bir yandan Erdoğan’dan randevu beklerken ve sonrasında normalleşme/yumuşama adı altında karşılıklı ziyaretler gerçekleşirken, öte yandan CHP halkın birikmiş öfkesini pasifize edebilmek, toplumun gazını alabilmek için “butik mitingler” düzenledi. O butik mitinglerin tek bir mecraya akması ve ulusal ölçekte devasa protesto gösterilerine dönüşmesi bilinçli bir şekilde engellendi, 1 Mayıs’ta yaşananlar ise ihanetin boyutlarını gösterdi. Aynı şekilde Şimşek programı doğrudan hedef alınmadı, karşı bir kampanya başlatılmadı, o programın karşısına asgari ölçekte olsa dahi kamucu-halkçı bir program konulmadı.

Tüm bunların sonucu iktidarın istediği zamanı kazanması oldu. Resmi enflasyonun yüzde 60 civarında olduğu bir ülkede asgari ücrete temmuz zammı yapılmayacağı açıklandığında dahi ülkede yaprak kıpırdamadı, işçi, memur, emekli, açlık sınırının altında yaşamaya mahkum edilmişken buna bilinçli bir şekilde itiraz edilmedi, ses çıkarılmadı, herhangi bir eylemli karşı çıkış örgütlenmedi ve iktidar kendisi açısından en zor dönemlerden birini atlatmayı başardı, program da yoluna devam etti.

İktidar istediği zamanı kazandığı ve yeniden toparlanma aşamasına girdiği için normalleşme ve yumuşama yavaş yavaş miadını doldururken Türkiye Meclis’in açıldığı 1 Ekim 2024 tarihiyle yeni bir konjonktüre sokuldu. Bahçeli o gün TBMM’de DEM Partili vekillerle tokalaştı, ardından da bunun bir nezaket tokalaşmasının ötesinde olduğuna işaret eden açıklamalarda bulundu. Aynı gün Özel CHP’si de “makama saygı” siyasetinin gereği Meclis’te Erdoğan’ı ayakta karşılamıştı. 

Bahçeli 8 Ekim günü “uzattığım el, gelin Türkiye partisi olun, gelin teröre cephe alın, gelin bin yıllık kardeşliğimizde kenetlenin teklifidir” derken asıl ses getirecek ve herkesi hayretlere düşürecek açıklamasını 22 Ekim’de yaparak “şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın” çağrısında bulundu. 

CHP ve DEM Parti ise bu açıklamanın üzerine önünü arkasını düşünmeden balıklama atladı. Sırrı Süreyya Önder etmesi gereken teşekkürü daha ilk günden zaten etmişti, Özgür Özel ise “puan kaybetmek pahasına dahi olsa tarihin doğru tarafında yer alacağını” söyleyerek daha baştan sürece açık çek veriyor, bunun da ötesinde iktidarı “tarihin doğru tarafında” konumlandırmış oluyordu. 

Süreç Bahçeli’nin açıklamasının ardından hızlandı; ertesi gün DEM Parti milletvekili ve Abdullah Öcalan’ın yeğeni Ömer Öcalan yıllar sonra verilen izinle İmralı’ya giderken, PKK de Ankara’da TUSAŞ’a saldırdı ve 5 kişiyi öldürdü. Son bir haftaya ise kayyımlarla girildi ve önce CHP’li Esenyurt Belediyesi’ne ardından da Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyım atandı. 

Esenyurt operasyonundan bir gün önce yazdığım ve operasyon günü, yani 31 Ekim’de bu köşede yayınlanan yazımda şöyle demiştim: 

Süreç, daha başlamamışken bile muhalefet içerisindeki ayrım ve çatlakları güçlendirmiş ve örneğin şu an için ortak bir cumhurbaşkanı adayı çıkarılmasını imkânsız hale getirmiştir. Hatta daha da ileri gidelim, Özel, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş’ın gelişmeler karşısındaki tutumlarına baktığımızda gördüğümüz üzere CHP’nin bile tek bir aday üzerinde uzlaşması zora girmiştir. Dolayısıyla Erdoğan ve Bahçeli muhalefeti daha da parçalamak için buraya oynamaya devam edeceklerdir.

Kayyım operasyonları bahsettiğim süreci hızlandırdı. CHP hızlı bir şekilde bir kez daha “terör”ün yanında konumlandırılırken, parti içerisindeki klik ve hizipler arasındaki çatlaklar derinleşti; Özel, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş ekiplerinin farklı pozisyonlar aldıkları görüldü. İmamoğlu ile Yavaş arasında cumhurbaşkanlığına yönelik rekabetin derinleşeceğine ve belki de muhalefetin ortak bir cumhurbaşkanı adayı ile seçime gidemeyebileceğine dair işaretler çoğaldı. 

Bu sürecin bir diğer boyutu ise elbette ki yeni anayasa meselesiydi. Öcalan üzerinden yapılması planlanan çağrıya muhtemelen Kürtlerin destek verebileceği yeni bir anayasa yapım süreci eklenecek, bu yeni anayasanın esas meselesi de Erdoğan’ın ömrü vefa edene kadar sarayda oturması ve böylece inşa edilen rejimin dağılmadan yoluna devam etmesi olacaktı. 

Sahiden de bu yazının yazıldığı saatlerde Bahçeli, kayyum operasyonları nedeniyle “acaba bitti mi” denilen sürecin bitmediğini göstererek hem Öcalan’ın Meclis’te konuşma yapması yönündeki teklifini yineleyecek hem de anayasanın Erdoğan’ın yeniden aday olmasını sağlayacak şekilde değiştirilmesi gerektiğini söyleyecek ve “terör hayatımızdan sökülüp atılırsa, enflasyona darbe indirilirse, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın bir kez daha seçilmesi doğru bir tercih değil midir?” diyerek kendisine destek vereceklerini söyleyecekti.

Velhasıl, önce “normalleşme/yumuşama” ardından da “çözüm/açılım” ve buna eşlik edecek “yeni anayasa” gündemleriyle 31 Mart seçim sonuçları çalındı. Bunun faili ise sadece iktidar değildi; “bu iktidarla ilkesel olarak anayasa yapılamaz” ve “bu iktidarla ilkesel olarak barış yapılamaz” diyemeyenlerin de dahil olduğu bir suç ortaklığı mevcuttu. Netice ise iktidarın düştüğü yerden tekrar ayağa kalkması, Şimşek programının zaman kazanması, toplumsal muhalefet dinamiklerinin bastırılması ve Erdoğan-Bahçeli ikilisinin yeni bir oyun kurması oldu. 

Peki, son olarak şunu soralım: CHP ve DEM Parti’nin gölgesinden kurtulmuş, güçlü, etkili, toplumsallaşmış bir sol olsaydı, yapılanlar böyle kolay yapılabilir, 31 Mart seçim sonuçları böyle kolay çalınabilir miydi? 

Bu sorunun yanıtı, aynı zamanda “ne yapmalı” sorusunun da yanıtını oluşturuyor sanırım.