Robespierre Sokağı ve Pascal’ın Küresi

Paris’te bir Robespierre Sokağı bile olmadığını biliyor muydunuz? Otuzaltı yaşında giyotine gittiği zaman, iki yıllık mutlak iktidarından sonra, hala marangoz Duplay’nin evinde pansiyoner yaşayan “(ahlakı) bozulamaz” (L’Incorruptible) Maximilien de Robespierre –1828 yılına kadar Fransa’nın unutmak istediği ve tarihinden sildiği bu en büyük jakoben-bugün yine hayatın bir kenarında unutulmuşa benziyor. Bir bulvar değil, bir meydan değil: Robespierre Sokağı bile yok! Oysaki bu tümüyle yanlıştır. Batı’daki geriye gidişin Türkiye izdüşümü de tümden yanlıştır. Fiktif bir birey ve sivil toplum teması üzerinde siyaset yapmaya soyunanların gelecekleri tek nokta Hüseyin Avni Bey’in mezarı başında saygı duruşunda bulunmaktan öte bir yer olabilir miydi? Batı’da bile sivil toplum ve birey aslında devletin yardımıyla kurulan bir piyasa ekonomisinin çelişkilerinden, çıkabildiği kadarıyla, çıkmamış mıdır? Birinci Grubun tarihin her köşetaşını yaptığı, İkinci Grubun ise hep restorasyonun ve gericiliğe açılan kapının mimarı olduğu nasıl yadsınabilir? Bir jakobenler resmi geçidi olan Rus Tarihi’nde iki tane jirondene izin verilince dengeler bozulmadı mı? (Hruşçov ve Gorbaçov) Örnekler uzatılabilir.

İşin özü şudur: Türkiye’de burjuvazinin değişeceğine inanmadan ve bunun işaretlerini görmeden 1980’lerin başında jakobenlikten vazgeçmek sosyalist intelligentsianın belini kırmıştır. Bütün sivil toplumcu projeler gelip dayanıp burjuvazinin değişeceğine ve devleti de değiştireceğine dair bahse girmek zorundadır. Giremiyorsanız... Tersinden okuyacaksınız her şeyi. Devlet, sınırları olmayan ve merkezi her yerde olan Pascal’ın küresi gibi (Borges), her şeyi belirliyorsa çözümü de yine ondan bekleyeceksiniz. Birey, sivil toplum, demokrasi köylülüğün her hücresine sinmiş olduğu bir dünyadan öylesine bir solumtıraklığın meltemiyle doğamaz. O zaman bu “demokratız” lafı da ne demeye geliyor(du)?

Beğenmediniz mi? O zaman bari tutarlı ve kendine özgü “demokrat” olmayı deneyin. Çünkü Türkiye’de burjuvazi “burjuva demokrasisine” sahip çıkamaz. Kaçtı o tren. Bunu daha 1979’da patron örgütü gazetelere Ecevit hükümetine karşı çarşaf çarşaf ilanlar verirken biliyor olmalıydınız. Şimdi durup bir bakalım. Hala “şu değilim, bu değilim, öncelikle demokratım” diyen birisi için bir rol modeli bulalım. Sheldon Wolin mesela: Siyaset bilimiyle ilgilenen herkes baş eseri “Siyaset ve Vizyon’u” (1960) hatırlar en azından. Ama 2008’de çıkan “Yönetilen Demokrasi” kitabı da var üzerinde ters çevrilmiş totaliterliğin hayaleti dolaşanı alt başlığıyla. İyi örnek çünkü adam solcu falan değil. Kitap mealen şöyle başlıyor: “ABD bugün Nazi Almanya’sıdır demiyorum, George Bush’un Hitler’den esinlenmiş bir (Hitler) kopya(sı) olduğunu da iddia etmiyorum ama”... Sonrası zehir zemberek. Demek ki demokrat türü -varsa- ne tür bir tür oluyormuş?

Bu satırların yazarı –Fransız dostlarıma ukalalık etmek bana düşmez, yanlış anlaşılmasın-Paris’e bir Robespierre Bulvarı yapılması gerektiğini düşünmektedir. Hatta, daha tartışmalı jakobenlere de anıtlar dikilmeli, var olan anıtları da muhafaza edilmelidir. Kişiliğinde özgüven ve bir tür soyluluk -de Robespierre: soylu olmadığı halde Maxime herhalde bu eki kullanmayı bir amaçla seçmişti olan aydınların tarihi ve toplumsal olarak yumuşak gibi görünen, ama Türkiye’de belki de çok zor olan, bir “üslupta yumuşak, teorik akla açık ve/fakat iradede güçlü” muhalefete soyunmalarının zamanı çoktan geldi. Sol cepheye bekliyoruz.