Sosyalistlerin seçimlerle ve ittifaklarla imtihanı

İmtihanın birkaç türü var. 20. yüzyılda uluslararası sosyalist hareketin çeşitli türlerinin seçimlere atfedilen manayla imtihanları gerçek bir imtihandı. İmkanlar, sorunlar, açmazlar hep gerçekti. Keza faşizme karşı cephe politikaları, ittifaklar da gerçekti. İki tür gerçek sınavın da gerçek sonuçları oldu: Yapılan tercihler gelecekte girilen yolları etkiledi.

Bir de, bizdeki gibi, tahayyül edilmiş ittifaklar, hayal edilmiş seçim dayanışmaları var. Solun tarihi bunlarla dolu. Misal, geçmişte “milli burjuvaziyle” ittifak konusunda kağıt israfı ormanları yok edecek boyuta çıkarken durum şuydu: (a) “Milli burjuvazi” milli burjuva olduğunu bilmiyordu. (b) “Milli burjuvazi” kendisiyle ittifak yapılacağından haberdar değildi.

Evet, ne seçim “stratejileri”, ne “ittifaklar”... Çoğu gerçek değil. Ama ham hayaller de olsalar, bu tahayyüllerin de gerçek sonuçları oldu, oluyor. Önce Avrupa işçi hareketi tarihine bir göz atalım.

İmtihan, sosyalist partiler güç olmaya yüz tuttukları an, derhal başladı. Konu başlangıçta sosyalizmdi. Nasıl olacak da sosyalist bir toplum kurulabilecekti? Seçim yoluyla mı, başka türlü mü? Devrimle olacak idiyse dahi, acaba seçimlerin bu süreçte oynayacakları önemli bir rol yok muydu? Peki ya seçimlerde başarı elde edilirse, seçilen sosyalist adaylar burjuva meclislerine girip, orada parlamentarizm oyunu mu oynayacaklardı? Gidip mazbatayı almakla da iş bitmiyordu. Ya koalisyon ortağı olmaları, en azından hükümete güven oyu vermeleri  istenirse? Onunla da bitmiyordu: Ya kabineye bakan vermeleri talep edilirse? Verince de kararların altına imza atmak gerekecekti. En basitinden, militarizme yol açan, mesela sömürgelere asker gönderen kararların altında sosyalistlerin imzası mı olacaktı? 20. Yüzyıla böyle girildi.

İlk dalga budur. İngiltere’de durum biraz farklıydı ve Almanya gibi değildi. Bağımsız bir sınıf partisiyle temsil edilmek ve, en azından retorik olarak, "seçime dayalı sosyalizm" fikrine sahip çıkmak işçi temsilcileri ve sendikalar tarafından ancak ve ancak kaçınılmaz olduğunda, alternatifin Tory partisinin (liberal) destekçisi ve uzantısı olarak silinip gitmek olduğu noktada kabul edilebildi. Fakat lib-lab koalisyonları (liberal-labour; yani merkez sağ veya liberal sağ ile işçi partilerinin ve sendikaların stratejik ittifakı) Avrupa’nın her yerinde gündemdeydi.

Seçime dayalı sosyalizm, her şeyden önce, seçim başarıları elde etmek durumundaydı. Bunu yaparken işçi sınıfının farklılaşarak temsiline ve farklı kesimlerinin farklı kazanımlar elde etmesine aracılık etmek zorundaydı. Sosyalizm talebinin işçi sınıfının bütünü açısından aciliyetinin giderek azaldığı bir patikaya böylece girilirken, işçi partileri zaten bu yönde ilerleyen bir dinamiğin bizzat taşıyıcıları haline geliyorlar ve, seçim başarıları elde ettikçe, sosyalizm perspektifinden giderek uzaklaşan bir sınıfın hem temsilcisi, hem yaratıcısı oluyorlardı. Burada bir geri besleme söz konusudur.

Avrupa’da işçi sınıfının çeşitli parçalarının eşitsiz olarak temellük ettiği kazanımlar bu sınıfın topyekun bir sosyalist vizyon taşıyıcısı olmasını yavaş yavaş engellerken, bu sınıfın oylarının tek başına çoğunluk kazanmak için yetmemesi de orta sınıflara uzanmayı zorunlu kılıyordu. Süreç uzadıkça kazanımlar işçi hareketinin düzen içinde konsolide olmasını ve ideolojik olarak yumuşamasını zorunlu kıldı. 

Elbette Batı Avrupa işçi sınıfları açısından bu kazanımları kısmen olanaklı kılan olgu emperyalizm idi. Bu kazanımları temellük etmek zımnen veya açıkça emperyalizmi içine sindirmeyi gerektiriyordu: Zamanla bu da oldu. Lenin I. Dünya Savaşı başlar başlamaz durumu net biçimde görmüştü. Avrupa sosyalist-Marksist yerleşik solu  “kapitalist sınıfın işçi teğmenleri” veya onların temsilcileriyle dolmuştu.

Bu, işin başı sayılabilir. Fakat seçim başarısı vizyonu 1940’a kadar bazı ülkelerde, örneğin İskandinavya’da, hala gerçekçi görünüyordu. Sonra bu illüzyon da dağıldı.

Arada, işin devamında, faşizmler var. Komintern’in 1935 dönüşü, evet, bir Fransız Komünist Partisi (FKP) icadıdır. FKP, Sosyalist Parti’ye oniki defa faşizme karşı birleşik cephe çağrısında bulunup sonuç alamadıktan sonra, 1934’te nihayet son çağrıya olumlu cevap geldi. Sonuçta ortaya çıkan “Halk Cephesi” klasikleşirken, FKP çizgisi de 1935 Komintern kararlarıyla komünist hareketin bütününe yayıldı, genel çizgiye dönüştü.

Bu gelişmelerin hepsi gerçek ihtiyaçlardan, gerçek açmazlardan doğdu. Ama bir sonuçları daha vardı: Sürekli ittifak yapmak durumunda kalan veya sürekli parlamenterleşme yolunda ilerleyen sosyalist/komünist/işçi partileri “ittifak”, “cephe”, “asgari müşterek” politikalarını bizzat kimlikleri haline getirdiler. Fonda duran bir “amaç” vardı, evet, ama pek ilgilenen kalmamıştı. Teknoloji ve toplum değişiyor, kapitalizm başka yerlere gidiyor gibi görünmekteydi. Sonunda amaç unutulmakla kalmadı, 1959 Bad Godesberg ile birlikte (Marksist kökenli Alman sosyal demokrat partisinin proletarya diktatörlüğünü programından çıkardığı kongre) programlardan da çıkarıldı. Son noktada açıkça şu söyleniyordu: “Avrupa’da devrim falan olmayacaktı; zaten gerek de yoktu, isteyen de yoktu.” Durum buydu ve 1960’lara böyle gelindi.

Bu kısa hikaye 20. Yüzyıl Avrupa tarihinin önemli gerçeklerinden birisine göz atıyor.

Ya burada? Burada da sürekli ittifak, cephe, dayanışma çağrılarından geçilmiyor. Şöyle denebilir: “Doğal değil mi? Milyonlarca oy alan Avrupa KP’leri bile sürekli ittifak arayışında olmuşlarsa, hep seçim hesapları yapmışlarsa? Bizde neden olmasın?” Alakası yok. Burada durum hep farklı oldu. 

Neden? Orada ittifaklar da, seçimlere katılma sorunu da son derece yakıcı, reel, güncel meselelerdi. İttifak dediğiniz zaman, yüzde 12 oy alan bir KP ile yüzde 24 oy alan bir SP’nin ittifakından bahsediyordunuz. Seçime katılma denince, yüzde 20, 30, 40 oy alan sosyalist, hatta komünist partilerden bahsediyordunuz. Faşizme karşı cephe derken, karşınızda Hitler vardı.

İttifak, her biri bağımsız ideolojik hatta sahip ve önceki politik çizgileriyle “güç” haline gelmiş olan siyasi varlıklar arasında yapılır. Başka türlüsü ittifak değildir; bir gücün vitrininde süs olmaktan ibarettir. O güç de, madem ki güç, kendi “ittifak” politikalarını sürdürecek, belki o da daha büyük bir gücün planında bir enstrümandan ibaret kalacaktır. İşler bölgesel ölçeğe taşındığında, bunlar kaçınılmaz işler.

Türkiye sosyalist solu daima ittifak arayışı içinde oldu. Bu arayışların çoğu hayaliydi; ama gerçek olanları da yok değildi. Daima, bir gri alana sığınarak, büyük konuştu, küçük oynadı. Tonla lakırdıdan sonra işler hep bir “(son tahlilde) burjuva” partisinin, “sosyal demokrasinin” ve son yıllarda artan ivmeyle Kürt hareketinin vitrinine koyacağı iki-üç milletvekilliği hesabıyla sonuçlandı.   

Şimdi “ittifak” denen şeye bir örnekle bakabiliriz. “İttifak” söz konusu olduğunda, 1934’de, FKP son üç seçimde –1924,1928,1932- ortalama yüzde 9.80, Sosyalist Parti (II. Enternasyonelin Fransa seksiyonu) ise ortalama yüzde 19.52 oy almıştı.  İttifak budur. Doğrudur yanlıştır ama budur. Birbirine yakın güçler arasında, bağımsız ideolojik hatları koruyarak yapılan taktik açılımlara ittifak denir. Diğerlerine denmez.

Türkiye sosyalist hareketinin iki tuhaflığı var: Hem bekleyip bekleyip seçimlerden önce hareketleniyor ve sanki oy alabilecekmiş gibi davranıyor, hem de ittifak aramaya başlıyor.

Prensip olarak ne seçime girmeye karşı olunabilir, ne de ittifak politikaları külliyen yanlıştır denebilir. Bu kadarı açık olmalı. Fakat sorun “seçimlerden öncesi”, “ittifaklardan öncesi” meselesinde düğümleniyor. Yerinde durup, hedef kitlesine seslenme yöntemlerini araştırıp, en azından bir ideolojik ve siyasi çekim merkezi oluşturmayı hedeflemek yerine, “güç olmadan ittifak aramaya”, “güç olmadan” seçimlerde bir yelpazenin altına sığınmaya derhal teşne olunuyor. Açıkçası bu tavrın adı başka ideolojiler, başka siyasetler tarafından çekilip sürüklenmektir. Bunun adı dayanışma, güç birliği, ittifak, seçim dayanışması değildir. Bu, havlu atmaktır; sürüklenip çekiştirilmeye razı olmaktır. Problem budur.

İttifak yapmaya, meclise girmeye çok fazla önem atfeden sosyalistler olabilir. Bu ayrı bir konudur ve tartışılabilir. Ama bu şekilde düşünenlere en azından “teknik” bir hatırlatma yapmak lazım: Sadece ve sadece temsil kapasiteni kanıtlarsan, “güç olursan” sana ittifak teklif ederler. Olamıyorsan, güçsüz halinle aldığın teklifin adı başkadır.