Sendikalar AB'ciliğin Hesabını Vermelidir!..

Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, kamu hizmetlerinin piyasaya açılması ve emek piyasasının esnekleştirilmesi AB’nin tam üyelik için Türkiye’nin önüne koyduğu ev ödevlerinin başında gelir. Çünkü AB’nin temel belgesi olan Kopenhag Kriterlerinin ekonomi başlığı altında Birliğe üyeliğin temel koşulu, “serbest piyasa ekonomisinin tüm kurum ve kurallarıyla yerleştirilmesi” olarak ifade edilmektedir. Türkiye’nin AB’ye uyumu taahhüt ettiği AB Müktesebatına Uyumun Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Program ise Kopenhag Kriterlerini içeren Katılım Ortaklığı Belgesi ve çerçeve yönetmelik doğrultusunda hazırlanmıştır. Yani Türkiye, AB’ye uyumu taahhüt ederken özelleştirmeyi, piyasalaştırmayı ve esnekleştirmeyi içeren piyasa ekonomisini tüm kurum ve kurallarıyla yaşama geçirmeyi de taahhüt etmiştir.

Türkiye’yi 7 yılı aşkın süredir yönetmekte olan AKP’nin 11.02.2002 tarihli “Kalkınma ve Demokratikleşme Programı” adını taşıyan parti programı AB’ye uyum üzerine inşa edilmiştir. Ayrıca AKP, kendisini iktidara taşıyan Kasım 2002 seçimlerine giderken hazırladığı “Her Şey Türkiye İçin!” adlı seçim bildirgesinde de “Kopenhag Ölçütleri”ni benimsediğini özellikle belirtmiş ve hemen her alanda AB müktesebatına uyumu gözetilmiştir. İktidara geldikten sonra da AKP parti programı ve seçim bildirgesine sağdık kalmış ve AB’nin verdiği ev ödevlerini en iyi biçimde yerine getirmeye gayret etmiştir. Bu bağlamda, tarımdan enerjiye, sağlıktan eğitime pek çok alanda piyasa kuralları hâkim olmuş 1980 sonrası özelleştirmelerin (satış hasılatı bakımından) yüzde 85’i AKP iktidarı döneminde gerçekleşmiştir. Emek piyasalarının esnekleşmesi bakımından da AKP, son derece önemli ilerlemeler kaydetmiş ve başta 4857 sayılı İş Kanununu olmak üzere esnek çalışmayı yasallaştıran düzenlemeler yapmıştır. Böylece kamu hizmetleri dahil olmak üzere tüm alanlarda iş güvencesi ve sosyal güvence muğlaklaşmış, taşeron uygulamaları, kısmi süreli çalışma gibi esnek istihdam biçimleri emek piyasasında hakim duruma gelmiştir.

AKP hükümetlerinin diğer uluslararası kurumlarla beraber AB’ye uyum çerçevesinde uyguladığı politikalar, TEKEL işçilerinin 57 gündür kışın en soğuk günlerinde Ankara sokaklarında açlık grevleriyle birlikte devam eden direnişinin nedenidir. TEKEL işçilerinin çalıştıkları işyerleri özelleştirilirken ve kapatılırken gerekçe olarak AB’ye uyum gösterilmiştir. AB’ye uyum için işyerleri özelleştirilen, kapanan işçilerin 4C gibi güvencesiz bir statüde çalışmaya zorlanmaları da yine AB’nin Türkiye’den uymasını istediği ve esnekliği çalışmayı içeren Avrupa İstihdam Stratejisinin gereğidir.

Velhasıl, AKP kuruluşundan bu yana savunduğu AB’ye uyum konusunda izlediği “tutarlı” yolun sonrasında ekonomik kaynakları yerli ve yabancı sermayeye aktarmış ve TEKEL işçileri ile sembolleşen milyonlarca emekçiyi işsiz ve güvencesiz bırakmıştır. AKP, işçinin direnişi karşısında da hala aynı “tutarlılıkla” varlığını borçlu olduğu politikaları canla başla savunmaktadır.

AB’ye uyum süreci içinde son 7 yılda hızla piyasa ekonomisine entegre olan Türkiye’de kendi içerisinde “tutarlı” olan AKP’yi günah keçisi haline getirmek yerine emekçinin hakları adına, demokrasi ve insan hakları adına AB’yi savunanları sorgulamak gerektiğini düşünüyorum. Kimi üniversitede, kimi sendikalarda, kimi sol partiler içerisinde AB savunuculuğu yapanların emekçilerin son 7 yılda kaybettiği haklar üzerinde büyük vebali vardır. Çünkü onlar AB’yi savunacağız derken piyasa ekonomisine entegrasyon sürecine emekçilerin tepki vermesini engellemişlerdir.

Örneğin sendikalar, mücadeleyi örecek sınıfsal eğitimler yerine AB’nin finanse ettiği sosyal diyalogla ve AB’ye üye olarak her şeyin çözüleceği yalanlarını içeren eğitimler vermişler ve hala da vermektedirler. Sendika yöneticileri ne üyelerine ne de işçi sınıfının diğer kesimlerine kulak vermiştir, onların gözü kulağı Brüksel’de ya da işverenlerle beş yıldızlı otellerde yapılan toplantılardadır. Kimi sendikalar için AB, gelir kapısı haline dönüşmüş, üye aidatlarından daha çok AB projelerinden gelir elde etmeye başlamışlardır. Üniversitelerde de gerek kurumsal düzeyde gerekse bireysel olarak akademisyenler düzeyinde AB’nin politikaları sorgulanmadan mutlak bilimsel doğrular olarak kabul görmüştür. Kendisini sol’da, emekçinin yanında tanımlayan birçok akademisyen bol akçeli AB projelerinin peşinde piyasa ekonomisini meşru hale getirmiştir. Sol’da tanımlanan kimi partiler de yine AB akımına kapılmışlardır.

Sonuç olarak, işçinin emekçinin gözünde AB’yi savunan sol siyasi oluşumlar da sendikalar da çelişkiler içerisinde, güven duyulmayacak kurumlar olarak belirlenmiştir. İşinden, ekmeğinden olan emekçiler sendikalara güvenlerini kaybetmiş ama örgütlü olmaya ihtiyaç da giderek artmıştır. O zaman da seçenek olarak geriye sendikalarda ve emekten yana örgütlerde başta AB savunuculuğu olmak üzere emekçilerin haklarının gasp edilmesinde vebali olanlardan hesap sorulması kalmıştır. Ancak bu hesap sorulduğu takdirde sendikalar ve diğer emek örgütleri yeniden itibar kazanacak ve örgütlü mücadele yeniden umut olabilecektir.