Türk-İş'in İstihdam Raporu ve İstihdam Zirvesine (Sosyal Diyalog Masasına) Meze Olmak

2008 kriziyle birlikte Türkiye’de işsizlik -resmi rakamlara göre- yüzde 10’lardan yüzde 15’lere tırmandı. İşsizlik oranındaki bu hızlı artış daha krizden söz edilmeden önce TÜSİAD, TİSK, TOBB gibi sermaye örgütleriyle OECD, DB ve AB gibi kapitalizmin uluslararası temsilcileri tarafından sıklıkla gündeme getirilmekteydi. Bu kesimler işsizliği sorun olarak gündeme getirirken çözümünü de açıkça ortaya koyuyorlardı: Emek piyasası esnekleşmeli ve istihdamın üzerindeki yükler kaldırılmalı..!

Hükümet de işsizliği sorun olarak gündeme getiren bu kesimlerin istekleri doğrultusunda -kriz henüz ilan edilmeden- Haziran 2008’de “İstihdam Paketi” adı altında esnekleşmeyi de istihdam üzerindeki yükleri de kaldıracak düzenlemeleri yerine getirdi. Ama bu emekçilerin daha fazla güvencesizleşmesi, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin -işyeri hekimi ve mühendis bulundurma zorunluluğunun kaldırılması vs uygulamalarla- daha da ihmal edilmesi, kreş hakkının ortadan kaldırılması ve SGK işveren payının düşürülmesiyle işverenin maliyetlerinin toplumsallaştırılması gibi sonuçları da beraberinde getirdi…

Krizin açıkça ifade edilmesi sonrasında fırsatçı sermayenin istihdamı daha da azaltmasıyla hızlanan işsizlik karşısında sermaye ve uluslararası kurumlar esneklik ve istihdam yükünün kaldırılması taleplerini daha da yüksek sesle dillendirdiler. Sonuçta hükümet kriz sonrasında emek piyasasını daha da esnekleştirdi yani emekçiler daha da güvencesizleşti hükümet sermayenin yükünü azaltmak adına İşsizlik Sigortasına el koydu..! Emekçilerin işsiz kaldıklarında güvencesi olan fon, GAP’a yatırım, kısa çalışma ödeneğinin, sigorta primlerinin finansmanı gibi gerekçelerle sermayeye kaynak olarak aktarıldı.

Sendikaların 2008 krizi öncesinde de sonrasında da işsizliğe karşı “dişe dokunur” hiçbir mücadele programı olmadı. Türkiye’de emek talebinin daralmasında en önemli etken olan özelleştirmelere karşı sendikalar hiçbir direnç göstermedi. Aynı süreçte sanayinin, tarımın ve hayvancılığın tasfiye edilmesi karşısında da sendikalar sessiz kaldı. Bu sessizliğin, direnç göstermemenin nedeni bilgisizlik ya da güçsüzlük değildi. Sendikalar tüm bu sürece bilinçli olarak göz yumdu ve hatta pek çok zaman bu süreçlerin parçası oldu ve tüm bunları meşrulaştırdı. İşsizliğin, yoksunluğun yolunu açan bu süreçte sendikaları bu yola iten kimi zaman sendika yöneticilerinin kişisel çıkarlar kimi zaman da AB üyeliği gibi uyutma programları oldu.

Emekçiyi işsizleştiren, güvencesizleştiren ve dolayısıyla örgütsüzleştiren tüm bu süreçlerde Türkiye’deki işçi ve kamu çalışan sendikalarının tümünün az ya da çok payı vardır. Ama hiç kuşku yok ki Türkiye’nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş’in sorumluluğu diğerlerinden çok daha fazladır. Çünkü onun üye sayısı ve maddi olanakları diğerlerinden fazladır. Asgari ücret komisyonu, Ekonomik Sosyal konsey gibi yapılarda temsil gücü en fazla olan Türk-İş’tir.

İşte bu yetkisi büyük ama etkisi “yok düzeyinde” olan Türk-İş, -ne hikmetse- işsizlik sorununa çözüm için ''Türkiye'de İstihdam ve İşsizliğin Önlenmesi'' başlıklı bir rapor hazırlamış..! Türk-İş, bir rapor hazırlamış hazırlamasına ama içeriğine bakınca, bir şey hazırlamasa daha iyiydi diyesi geliyor insanın..!

Türk-İş’in raporunda ilk olarak Ulusal İstihdam Stratejisi'nin zaman geçirilmeden uygulamaya konulmasına ihtiyaç olduğu belirtilmektedir. Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’ne de son şeklini vermek üzere bugün (8 Haziran 2010) İstihdam Zirvesi toplanacaktır. Bu toplantıya Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan başkanlık yapacak, toplantıya konuyla ilgili 6 bakanın yanı sıra sermayeyi temsilen TOBB, TÜSİAD, TİM, TİSK, TESK, TUSKON, MÜSİAD çiftçileri temsilen Türkiye Ziraat Odaları Birliği çalışanları temsilen Türk-iş, Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, KESK, Türkiye Kamu Sen başkanları katılacaktır.

Türk-İş’in zaman geçirilmeden uygulanmaya konulmasını istediği Ulusal İstihdam Stratejisi'nin oluşturulacağı istihdam zirvesinde işçi ve işveren örgütleri ne mi konuşacaktır? Basına yansıyan biçimiyle hemen sayalım:

İşverenler tarafından

1. İstihdamın artması için istihdam üzerindeki maliyetlerin düşürülmesi önerilecektir.

2. Bu çerçevede ‘kıdem tazminatı’ yükü masaya getirilecektir.

3. Esnek çalışma modellerinin daha da yaygınlaştırılması istenecektir.

İşçi sendikaları tarafından ise, sadece ve sadece kıdem tazminatının kendileri için ‘kırmızıçizgi’ yani ‘dokunulmaz’ olduğunu bir kez daha hatırlatacaktır. Yani, esnek çalışma ve emek maliyetlerinin düşürülmesi kabullenilecektir…

Zaten Türk-İş’in ''Türkiye'de İstihdam ve İşsizliğin Önlenmesi'' raporunda da sermayenin talepleriyle birebir örtüşen mesleki ve teknik eğitime ağırlık veren bir eğitim politikası izlenmesi iş gücü olarak tanımlanan insanın iş piyasasının ihtiyaçlarına ve gereklerine göre eğitilmesi ve yetiştirilmesi, bu doğrultuda eğitim ve istihdamın bütün olarak ele alınması istenmektedir. Öte yandan yine sermayenin istekleri doğrultusunda istihdam üzerindeki yüklerin hafifletilmesi için ücretler üzerindeki ilave yüklerin düşürülmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Ayrıca İşsizlik Sigortası Fonunun sermayeye aktarılmasını ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinin “ucuz emek bölgesi” haline gelmesini destekleyecek biçimde “yerel ekonomik potansiyellerin harekete geçirileceği, yüksek işsizliğin bulunduğu bölgelerde GAP türü özel istihdam projeleri uygulanması” önerilmektedir.

Türk-İş raporunda sermayeden ve daha önceki raporlarından farklılaşan iki başlık yer almaktadır. Bunlardan biri “nüfus artış hızının düşürülmesi”, diğeri de “çalışma sürelerinin kısaltılması”dır. Nüfus artış hızının düşürülmesi emek arzının düşürülmesi anlamına gelmektedir. Bir ülkede nüfus artış hızının yüksek olması emek arzını arttırarak işsizlik üzerinde bir etken oluşturur elbette. Ama bir nüfus planlamasına giderek ancak 15-20 yıl sonraki emek piyasasına etki edilebilir. Kaldı ki nüfus planlaması tepeden “toplum mühendisliği” yapar bir tavırla gerçekleştirilemez. Nüfus planlamasının gerçekleşmesi için pek çok sosyolojik ve ekonomik etkenin bir arada gerçekleşmesi gerekir ki bunu düzenlemek ne –daha asli vazifelerini yerine getirmeyen- sendikaların üzerine düşen bir vazifedir ne de sendikaların becerebilecekleri kapasitede bir iştir. Sendikalar doğum kontrolüyle yani emek arzı ile uğraşacaklarına emek talebini yani özelleştirmeleri, yatırımları dolayısıyla, sermayeyi ve devleti sorgulamalıdır.

Çalışma saatlerinin kısaltılmasına gelince… Türk-İş raporunda 45 saatlik çalışma süresinin 40 saate inmesini talep etmiştir. Oysa resmi kayıtlarda dahi kriz öncesinde çalışma saati Türkiye’de 54-56 saate çıkmıştır. Kriz sonrası yapılan çalışmalarda da çalışma saatinin haftalık 64 saate kadar çıktığı belirlenmiştir. Hal böyle olunca Türk-İş’in yöneticilerine hangi ülkede sendikacılık yaptıklarını sormak gerekmektedir. Eğer Türk-İş yöneticileri Türkiye’de olduklarının farkında ise o zamanda “siz önce emek piyasasının genelinde çalışma saatini 45’e ve hatta 50’ye indirin de ondan sonra 40 saatin indirin” demek lazım gelmektedir.

Sözün özüne gelirsek: 1 Mayıs ve 26 Mayıs süreçlerinde başta Türk-İş olmak üzere Türkiye’de tüm sendikal yapılar emekçiler tarafından sorgulanmaya başlamışken İsrail meselesinin araya girmesi bu sorgulama sürecini gündemden düşürmüştür. Bu fırsattan istifade olarak sermaye ile işbirliği içinde Türk-İş ve diğer birçok konfederasyon Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’ne son şeklini vermek üzere bugün (8 Haziran 2010) toplanacak İstihdam Zirvesi’nde emekçilerin haklarını yine “sosyal diyalog masasına meze” yapmaya hazırlanmaktadır. Bu oyuna gelmemek, sermayeye ve sendikalara karşı her daim uyanık olmak gerekmektedir!..