“Kurtuluş yok tek başına” ama sendikalar nerede?

Beklendiği gibi 2009, krizin etkilerinin emekçiler tarafından iyiden iyiye hissedildiği bir yıl oldu. İşsizlik arttı, ücretler düştü ya da ödenmedi, çalışma saatleri uzadı, ücretsiz izinler arttı. Kısacası emekçiler işsizleşti, yoksullaştı ve güvencesizleşti ve sömürü daha da arttı. Artık işverenler çalıştırdıkları işçinin sigorta primini, vergisini ve hatta ücretini İşsizlik Sigortası Fonu ile ya da genel bütçe üzerinden emekçilere ve sermaye dışındaki diğer toplum kesimlerine ödetiyorlar.

Aslında krizle birlikte kapitalizmin saldırısının işçi sınıfını hedef aldığı çok açık biçimde ortaya çıkmış durumda. Ve artık “kurtuluş yok tek başına” sloganı her zamankinden çok daha anlamlı. Yani sınıfın örgütlenmesine, sendikalaşmaya ihtiyacın en fazla olduğu dönem. Artık milliyetçisiyle, mukadderatçısıyla Türküyle, Kürdüyle Alevi’si, Sünni’si, Ateistiyle sağcısıyla, solcusuyla emeğiyle geçinen herkes eve götüreceği ekmeğin örgütlü olmadan kazanılamayacağının farkına varmakta. Yani kapitalizmi ve sınıfını yaşayarak, acılar çekerek tanımakta.

Ama gelin görün ki sendikalar örgütlenmeye en çok ihtiyaç duyulan bu dönemde adeta kendilerini unutturmaya çalışırcasına sessizliğe bürünmüşler. Ara sıra çıkan sesleri de sermayeye karşı değil, sermaye için olmuş... Örneğin Türk İş, Hak İş, T.Kamu Sen TOBB, TİSK gibi sermaye örgütleriyle birlikte işini kaybetmiş, ücretini alamamış emekçilerle dalga geçer gibi “Eve Kapanma Pazara Çık” kampanyalarına katılmışlar ya da DİSK/Tekstil gibi “TÜSİAD’ın krizin mağduru olduğu ve sermaye örgütlerinin hükümetten çekindikleri için hükümete karşı seslerini çıkartamadıkları” yönünde gazetelere ilanlar vermiş veya ERDEMİR’de olduğu gibi sendikalar, toplu pazarlıkla belirlenmiş olan ücretlerin geriletilmesini kabullenmiştir. Bu arada sendikalar, çalışma yaşamının esnekleşmesini, tüm kamusal alanın piyasalaşmasını dayatan AB savunuculuğunu ve “sosyal diyalog” projelerini de devam ettirmiştir.

Krizle birlikte daha da artan sömürü karşısında sendikaların sorunlarını sahiplenmesinden umudunu yitiren emekçiler, sınıf duyarlılığı taşıyan birkaç sendikanın desteği dışında kendi başlarının çaresine bakmaya yönelmiş ve birçok işyerinde direniş gerçekleştirmiştir. İşyeri direnişlerinin bir kısmı emekçilerin başarısıyla sonuçlanırken, bir kısım direniş halen sürmektedir.

Emekçilerin örgütlü mücadeleye duyduğu ihtiyaç en üst düzeyde olmasına rağmen sendikaların emekçilerden çok uzakta bulunduğu ve sendika olmadan emek mücadelesinin öne çıktığı bir dönemde 25 Kasım uyarı grevi gerçekleştirilmiştir. Uyarı grevini düzenleyen kamu emekçi sendikaları bu eylemi grevli toplu sözleşme hakkı ile sınırlandırmışlarsa da greve katılım ve desteğin gerekçesi kamu emekçisinin grevli toplu sözleşme talebini aşmış krizin ve AKP hükümetinin yarattığı işsizliği ve yoksulluğu hedef almıştır.

25 Kasım uyarı grevini düzenleyen örgütler eylemin başarıya ulaştığını duyurmuşlardır. KESK, 25 Kasım’ın 12 Eylül darbesinden bu yana en geniş katılımlı grev olduğunu iddia etmiş ve aylık yayın organı KESK’in Sesi’ni “25 Kasım Greviyle Hava Dönmüştür!” başlığıyla yayınlamıştır. Türkiye işçi sınıfı hareketinde yıllardır süren durgunluğa bakarak 25 Kasım “görece” başarılı bir eylem olarak kabul edilebilir elbette. Ancak bir eylemin gerçek başarısı sonuçlarıyla değerlendirilmelidir. “Uyarı” olarak adlandırılan bir eylemde nihai amaca ulaşılması beklenmez. Ancak bu tür eylemler uzun soluklu bir mücadeleye basamak oluşturabilir. Dolayısıyla 25 Kasım değerlendirilirken emek mücadelesinin bundan sonraki sürecine ne kadar katkı yaptığına bakılmalıdır. Ayrıca gerçekleştirilen eyleme yönelecek saldırılara karşı eylemin nasıl savulduğu da önemli bir göstergedir. 25 Kasım sonrasına dair KESK ve diğer örgütler somut bir mücadele programı ortaya koymamışlardır. Demiryolları dışında 25 Kasım nedeniyle Hükümetten gelen işten çıkartma ya da soruşturma gibi baskılara yanıt verilmemiş sadece hukuk yoluyla savunma yapılmıştır. Oysa 25 Kasım eylemi hukuk arkasına sığınmadan da açık biçimde savunulabilecek bir meşruiyete sahiptir.

25 Kasım sonrasında gerçekleşen ama 25 Kasım’la pek de bağlantısı bulunmayan TEKEL işçilerinin ve İstanbul Belediyesi itfaiye emekçilerinin direnişi 2009’dan 2010’a aktarılan en önemli mücadeleler olmuştur. 25 Kasım’da grevli toplu sözleşme hakkı talep eden örgütlerin, bu hakka sahip olduğu halde diğer direniş kanallarını kullanmak zorunda kalınmasını nasıl değerlendirdikleri bilinmez. Ancak 25 Kasım’ı başarılı olarak kabul edenlerin TEKEL işçileri, itfaiye işçileri ve direnişteki diğer işçilerin mücadelesini sahiplenme konusunda yetersiz kaldıkları rahatlıkla ifade edilebilir. Hal böyle olunca, sendikaların son yıllardaki emek mücadelesinin gerçeklerinden uzak halini 25 Kasım’ın da değiştirilemediğini üzülerek de olsa söylemek gerekir.

Sözün özü: “Kurtuluş yok tek başına” ama sendikalar nerede?