Ulusalcılık nedir, ne değildir?

“Son on yılda Türkiye solu jargonunda kullanılan ve küfür olmayan ama küfür etkisi yaratan sözcük nedir” diye sorulacak olunsa verilecek yanıt açık bir şekilde “ulusalcı” olacaktır.

Peki ulusalcı sözcüğü ya da kavramı, bu şekilde kullanıldığında, kastedilen tam olarak nedir?

Yani bir sol parti/örgüt ya da bir solcu, karşısındaki partiye/örgüte ya da solcuya, ulusalcı dediğinde tam olarak ne demiş olmaktadır?
Her şeyden önce kastedilen sınıf işbirlikçisi konumdur.

Buna göre bir ulusalcı, temel çelişkiyi sermaye ile emek arasında değil, emperyalizmle milli güçler arasında görmektedir, çelişki böyle görüldüğünde ise milli güçler arasına esnaf ya da milli burjuvazi girecektir, bu ise emekçilerle burjuvazinin çeşitli kesimlerinin ittifakı anlamına gelmektedir.

Ancak sözcük, özellikle son yıllarda, sınıf işbirlikçiliği ithamlarının ötesinde, sol olmadığı düşünülen iki farklı konumlanışı tanımlamak için de kullanılmaktadır.

Bunlardan ilki “cumhuriyetin kazanımları” meselesi ile bağlantılıdır.

1923’ü 1908’le birlikte burjuva devrimi kategorisinde değerlendirip sahiplenmek ve tarihsel olarak ilericiliğini kabul etmek, buradan hareketle de Türkiye’de sol adına mücadele verenlerin hiçbir şekilde 1923’ün gerisine düşmeyeceğini söylemek, günümüz Türkiye’sinde ulusalcı olarak damgalanmayı beraberinde getirmektedir.

İkinci konumlanış ise, tahmin edileceği üzere, “ulusal mesele” ile ilişkilidir.

Ulusun Marksist bir kategori olmadığını söylemek, ulusların kendi kaderini tayin hakkının sosyalistler açısından konjonktürel ve stratejik bir nitelik taşıdığı görüşünü savunmak, söz konusu hakkı günümüz emperyalist sistemi ile ilişkilendirmek, parçalanmış bir Türkiye’nin Türk ve Kürt emekçileri açısından bir felaket anlamına geleceğini belirterek meseleye sınıf merkezli ve birlikçi bir perspektifle bakmak ulusalcı bir siyasi konum olarak görülmektedir.

Eğer soL bağlamında konuşacak olursak, bu satırların yazarı da dâhil olmak üzere, hiçbir soL yazarının emek sermaye çelişkisini tali bir mesele olarak gördüğünü iddia etmek ve “esas olan emperyalizme karşı milli güçlerin vereceği mücadeledir” anlamına gelen tek bir cümlesini göstermek mümkün değildir. Cumhuriyetçi/Kemalist kitlelerin yüzünü sola dönmeleri için bir çaba içerisinde olmanın ulusalcılık anlamına gelmediği ise açıktır.

Polemik yapmakla belden aşağı vurmayı karıştıranların “burjuvazinin ilerici kanadı ile ittifak yapmak istiyorlar” şeklindeki açıklamaları ise bir iftiradan ibarettir, çünkü az önce de dediğim gibi herhangi bir sol yazarının bırakın bunu yazmayı, ima ettiği tek bir satır bile bulunmamaktadır.
O halde geriye iki argüman kalmaktadır: Cumhuriyetin kazanımlarını savunmak ve Kürt sorununda birlikçilik.

Cumhuriyetin kazanımları ile kastedilenin siyasal bir varlığı, yani devleti değil, bir tarihsel süreci savunmak anlamına geldiği aşikârdır. Fransız Devrimi’ni burjuva devrimi, Fransız jakobenlerini ise birer burjuva devrimcisi olarak görmeyip küçümseyerek solda olmak mümkün müdür?

Türkiye’ye dönerek soralım: Monarşiden cumhuriyete geçilmiş olması, hilafetin kaldırılması, yurttaşlığın hukuki zemininin oluşturulması, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi vs. solun göz ardı edebileceği ve bizi ilgilendirmez diyebileceği olgular mıdır?

Devletin sınıf devleti oluşu, baskıcı karakteri ve uygulamaları beraberinde bu olguları reddetmemizi mi getirmelidir?

Cumhuriyetin kazanımlarını savunmak, burjuva devletini savunmak şeklinde tezahür etmiyor olsa da, sol dışı bir konumlanış anlamına mı gelmektedir?

Eğer birileri yukarıdaki sorulara “evet” diye yanıt veriyorsa gidip önce kendi solculuğunu sorgulamalı, mümkünse Marksist klasikleri bir daha okumalıdır.

Birlikçiliğe gelince, bununla kastedilenin “bir çakıl taşı vermeyiz” ya da “vatanımızı böldürmeyiz” tarzı sağcı bir konumlanış olmadığı da, Kürt halkının varlığını inkâr etmek anlamına gelmediği de aşikârdır.

Mesele teorik düzeyde Marksist, pratik düzeyde ise devrimci olmakla ilgilidir ve Marksistler “ulus”un emekçilerin karşısına burjuvazi tarafından sınıfı bölmek için çıkarılan bir kategori olduğunu bilirler.

Nasıl ki Türkler söz konusu olduğunda bir bütün olarak “Türk ulusu”nun değil Türk işçi ve emekçilerinin çıkarlarını savunuyorsak, Kürtler söz konusu olduğunda da benzeri bir pozisyonda olmamız kaçınılmazdır bizi ilgilendiren bir bütün olarak “Kürt ulusu” değil, Kürt işçileri, emekçileri ve onların kaderleridir, bu kaderin nasıl tayin edileceğidir.

Pratik düzey ise yukarıda da belirtildiği gibi devrimci olmakla ilgilidir. Emekçilerin etnik düzeyde bölünmeleri ve birbirlerine düşman bir konuma getirilmelerinin emeğin iktidarını engelleyeceği bir nitelik taşıyacağını biliyorsak, birlikçiliği benimsemekten başka bir çıkar yolumuz olmadığını da biliyoruz demektir.

Aynı şekilde birlikçi bir siyasi stratejinin yaşadığımız coğrafyadaki devrimci dönüşümü hızlandıracağını ve ona hizmet edeceğini düşünüyorsak da, kaçınılmaz olarak birlikçiliği savunmak durumunda olmamız gerekmektedir.

Okur bu noktada, haklı olarak, bu yazının savunmacı bir refleksle yazılmış ve “hayır, biz ulusalcı değiliz” temalı bir yazı olduğunu düşünebilir.
Ancak meselemiz bu değildir ulusalcı olmadığımız zaten tartışılmayacak bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır.

Meselemiz, ilkin bir strateji meselesidir.

Cumhuriyetçi/Kemalist kitleleri sola çekmeyi amaçlamayan, cumhuriyetin kazanımlarını sahiplenmeyen ve Kürt sorununda birliği savunmayan siyasi bir öznenin günümüz Türkiye’sinde devrimci bir siyasal strateji izlediğini iddia etme şansı yoktur. Bu üç ilkeyi bir arada savunmaksızın ve sahiplenmeksizin devrimci olmak, emeğin iktidarını arzu etmek mümkün değildir.

Meselemiz, ikinci olarak, sürüp giden akıl tutulmasına bir şerh düşme isteğidir.

Günümüz Türkiye’sinde, Kemalizm ne kadar eleştirilirse, cumhuriyetin kazanımları ne kadar küçümsenirse ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı ne kadar kayıtsız şartsız savunulursa o kadar devrimci olunacağına ilişkin bir akıl tutulması sürüp gitmektedir.

Bireysel ya da örgütsel ölçekte olsun, kendilerini en keskin devrimci olarak tanımlayanlar, Kemalizm eleştirisine ayırdıkları mesainin onda birini dahi, Türk sağını, muhafazakârlığını, İslamcılığını ve piyasacılığını eleştirmeye ayırmamakta, cumhuriyetin kazanımları söz konusu olduğunda küçümseyici bir tavır takınmakta, Kürt sorununda ise, söze besmele çeker gibi, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” diyerek başlamaktadırlar.

Stratejinin kendisi kadar, -bazen bizim saflarımızda yer alan insanlarda dahi kimi belirtilerini görebildiğimiz-söz konusu akıl tutulması üzerine düşünmek de bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.