Cumhuriyetçi Parti’nin tepesinde bir faşist: Ne anlama geliyor?

Noel tatilinin arifesinde, en üst düzey üçüncü Cumhuriyetçi Kongre üyesi Steve Scalise’ın, geçmiş yıllarda bir faşist örgütlenmeyle bağları olduğu ortaya çıktı. Görüldü ki 2002’de Scalise, EURO ismiyle bilinen Avrupa-Amerika Birlik ve Haklar Örgütü’nün uluslararası bir konferansında konuşmacıydı. EURO, başırkçı David Duke’un herkesin namını bildiği aygıtı. Duke, kampüste Nazi üniformasıyla gezindiği 1960’larda üniversite günlerinden bu yana kötü şöhretli birisi. İlk nam salışı, asırlardır ABD’nin güney eyaletlerinin Siyah Amerikalıları terörize etmek için kullandığı gayrıresmi kolu olan faşist Ku Klux Klan’ı, meşru bir hareket olarak örgütleme çabasıyla olmuştu.

Duke, Klan’cıların görüntüsünü beyaz giysili ırkçılardan, sofistike takım elbise giyen adamlara çevirmeye çalıştı. Kafası medyayla ilişkilere çalışıyordu, fotojenikti, Klan’la ve genel olarak faşist gruplarla ilişkili katil ve canilerden bir yık daha sofistikeymiş gibi görünmesini sağlayacak şekilde ırkçılık ve anti-Semitizm propagandası yapıyordu. Duke ayrıca seçimleri, memleketi Louisiana’da derinlere kök salmış sağcı, hatta faşist polisik tabana seslenmek için bir araç olarak kullanmasıyla da epey isminden söz ettirdi. Duke kısa bir dönem Louisiana eyalet meclisine girmeyi başarmıştı ve 1991’deki ünlü valilik seçimlerinde ikinci gelmişti - rakibi yolsuzluklarıyla ünlü bir politikacıydı ve kazanmasını, “hırsıza oy verin - iş ciddi” [vote for the crook - it’s important] sloganına borçluydu.

Duke’un faşizm ve beyaz üstünlüğü fikirleriyle açıkça özdeşleşmesi, onu kamusal hayatta zararlı bir etki haline getiriyordu. Hiçbir politikacının Duke’la doğrudan bir bağa sahip olmaması, geleneksel bilgelikten sayılırdı. Ancak Steve Scalise, bugünkü politik atmosferde bu tip aşırı sağ siyasetlerin eskisine göre daha az tabu sayıldığını gösterdi.

Scalise, beyazların üstünlüğünü savunanların örgütlediği bir konferansta konuştuğunun farkında olmadığını öne sürdü. Oysa EURO’nun bir Duke teşkilatı olduğu o kadar iyi biliniyordu ki, 2002’de alt küme beyzbol takımları, EURO’yla aynı yerde görünmekten kaçındıkları için kaldıkları oteli değiştirmişti. Scalise, faşist bir teşkilatın konferansında konuştuğu gerçeğini önemsizleştirmeye çalışıyor çünkü kendi siyasi desteğinin büyük bölümünün tam olarak aynı hissiyatlara seslenmesinden geldiği gerçeğini gizlemek istiyor.

Scalise 1999’da David Duke’la “büyük oranda aynı görüşleri paylaştığını”, fakat kendisini daha yapıcı gördüğünü açıkladı. Hem 1999’da hem 2004’te Dr. Martin Luther King Jr.’ın doğumgününün ulusal bayram olmasına karşı oy kullandı! Kısacası, o zamanlar Scalise’ın David Luke’a tek eleştirisi faşist gruplarla fazla açıktan ilişkileniyor olmasıydı.

Scalise’ın Cumhuriyetçilerin liderliğine yükselmiş olması, zamanımızın bir semptomudur. Cumhuriyetçi Parti’nin bugünkü seçim stratejisi, şirket çıkarlarıyla nüfusun en muhafazakâr kesimlerini tamamen ve mutlak bir itaatle birbirine bağlamaktır - ki muhafazakarlar, çeşitli nedenlerle oy veren nüfus için olduğundan daha büyük oranda temsil ediliyor. Cumhuriyetçiler işçi sınıfının üst katmanı ve küçük burjuvazinin karşı karşıya kaldığı sorunları, Siyahların, Latin göçmenlerin ve kadınların kontrol ettiği refah devletinin yarattığı illetlermiş gibi sunuyor. Onlara göre refah devletini kontrol eden bu gruplar, İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik “altın çağ”dan dışlandığını öne sürdükleri Beyaz nüfusun “geleneksel” kazanımlarını yok etmenin peşinde.

Özünde bu siyasi strateji Çay Partisi kitlesine hitap etmeye dayalı: seçmen kitlesinin küçük (belki yüzde 18 civarında) bir kesimini oluşturan, temel olarak, kendisini çok etkin biçimde Cumhuriyetçi Parti içinde örgütlemiş ve bu partinin liderliğinin büyük kısmıyla karşılıklı çıkar ilişkisi kurmuş olan egemen sınıfın sağcı sektörüyle, bunlarla birlik etmiş olan fakat gerçekte mağdur denilebilecek küçük burjuvazi.

Scalise, Çay Partisi’nin sıklıkla yaptığı gibi kendi başına hareket etmek ve bu nedenle büyük partileri kontrol eden yönetici sınıfın doğrudan temsilcilerini düşkırıklığına uğratmak yerine, liderlikle işbirliğine açık bir aşırı sağcı politik gücü temsil ediyor. Scalise’ı ortadan kaldırmak, belli bir seçim bölgesinde en az Scalise kadar muhafazakar fakat parti liderliğinin arzusu içinde hareket etmeye daha gönülsüz biriyle uğraşmak anlamına gelecektir.

Zehir dolu siyasi görüşlerin anaakıma bu amaçla dahil edilmesinde bu ilk örnek de değil. Amerikan libertaryanizminin bayrak taşıyanı Ron Paul birtakım ırkçı bültenlerle ilişkilendiğinde, onun bu ilişkileri de görmezden gelinmişti.

Scalise olayı, bugünkü egemen sınıf stratejisinin ne kadar tehlikeli olduğunu açıkça gösteriyor. Bir yandan politik yelpazenin bütününü sağa çekmek için aşırı sağın içindeki küçük bir grubun teşkilatını ve öfkesini kullanmaya çabalıyorlar - kendi kârlarını artırmak için emekçi ve ezilen yığınların yaşam koşullarının suyunu çıkarmaya yönelik çabalarını böylece kolaylaştırıyorlar.

Diğer yandan, bu strateji aynı zamanda birçoklarının gözünde devletin meşruiyetini tehlikeye atacak şekilde ırkçı ve faşist güçlere yaslanmayı, halk güçlerinin kilit kesimlerini yabancılaştırmayı ve devletle kitleler arasında doğrudan bir karşı karşıya gelişi zorlamayı gerektiriyor. Amerikan yaşamının giderek daha belirgin bir özelliği haline gelen bir şey bu, önce Occupy (İşgal Et) hareketiyle, şimdi de devlet eliyle yürütülen polis şiddetine karşı ortaya çıkan hareketle.

Baskı, dedikleri gibi, direniş doğurur.