Her şey akar...

Her şey akar…

Bilim her şeyi bildiği iddiasında değildir. Her şeyi bilenler dincilerdir, bilimciler değil. Dincilerin her kapıyı açan anahtarları, “mutlak doğruları” vardır. Bilim böyle bir şeye sahip olmadığı gibi, bilimsel etkinlik bu sihirli değneğin reddi ile başlar.

Bilimin iddiası her şeyi bildiği değil, her şeyin bilinebileceğidir.

Dincinin “bir bilen”i vardır bilimcinin ise emeği…

Bilmek için emek gerekir, eylemek gerekir. Deney yapmak, gözlem yapmak, veri toplamak, ölçmek biçmek, usa vurmak gerekir. Bilimsel yasalara ve bu yasaların yorumlanması demek olan bilimsel kuramlara bu yolla ulaşılır.

Bilimsel bilgi gökten inmez, hazır gelmez emek ürünüdür. Bilimsel bilgiye ulaşmak için maddeyle -sayısız yöntem kullanarak- haşır neşir olmak gerekir.

Galileo teleskopunu gökyüzüne çevirip ulaştığı bilimsel bilgiler dolayısıyla Engizisyon’da yargılanırken, kendisine bir başka büyük filozoftan, Tommaso Campanella’dan destek gelir. “Güneş Ülkesi” adlı eserinden tanıdığımız, yaşamının 27 yılını ağır işkenceler altında Engizisyon zindanlarında geçiren büyük Rönesans filozofu Campanella…

Campanella, 1616 yılında, Engizisyon zindanlarındayken, “Apologia pro Galileo” (A Defense of Galileo - Galileo Savunusu) adlı bir kitap yazar. Galileo’nun avukatlığını üstlenir bir bakıma… Galileo’ya da böyle bir avukat yakışır!

Campanella, savunusunu, Galileo’nun bulgularıyla Kutsal Kitap’ın yazdıklarının çelişmediği savı üzerine kurar. Galileo’yu dincilerin elinden kurtarmaktır amacı. Ama bir bilimci olarak eserinin sonunda sormadan da edemez: “Velev ki çelişti, hangisini kabul edeceğiz? Kutsal Kitap’ın söylediğini mi, doğanın söylediğini mi?”

Dinsel düşünce ile bilimsel düşünceyi birbirinden ayıran son derece temel bir sorudur bu, bilimin kalın çizgisidir. Doğruya nasıl ulaşacağız? Kutsal Kitap’la mı, Galileo’nun teleskopuyla mı?

* * *

Ve bu süreç sonsuzdur. Çünkü evrende hareket, değişim ve dönüşüm sonsuzdur. Yeni olgular ortaya çıkar, maddeyle hemhal olmanın yeni yolları, araçları keşfedilir ve bilimsel süreç yeniden başlar. Daha doğru, daha kapsayıcı kuramlara ulaşılır.

Bilim, bilinenler dünyası ile bilinmeyenler dünyasının sınırında yapılan bir etkinliktir, bir savaşımdır, bilinmeyenler dünyasına karşı bir huruç harekâtıdır. Bilinmeyenleri bilinenlere dönüştürme mücadelesidir. Başka bir deyimle, Tanrı’nın topraklarını fethetme mücadelesidir.

Ama burada, dincilerin hiçbir zaman anlayamayacakları müthiş bir diyalektik var.

Büyük bilimsel kuramlar açıkladıklarıyla değil, ortaya çıkardıkları açıklanması gereken yeni alanlar, açtıkları yeni ufuklar dolayısıyla büyüktürler.
Bildiklerimiz ile bilmediklerimiz arasında doğru orantı vardır. Ne kadar çok şey bilirsek, o kadar çok şeyi bilmediğimizi anlarız.

Küçücük bir misketten gökcisimlerine kadar bütün maddelerin hareketini tek bir formülle açıklayınca Newton, “fizik bitti, bilim bitti, Newton her şeyi açıkladı” demiş birileri. Newton’u tanrı yapmışlar yani…

Newton’un yanıtı ise çok güzel: “Ben kendimi koskoca bir okyanusun kıyısında, birkaç renkli taş bulunca sevinen bir çocuğa benzetiyorum.”

Newton kuramının büyüklüğü, bulduğu renkli taşlarda değil, işaret ettiği okyanustadır. Newton’u tanrı yapanlar değil, Newton’un işaret ettiği yoldan gidip o enginliğe dalan Einstein’lar ve kuantumcular aşabilmiştir Newton’u…

Bilimin bir kalın çizgisine daha geliyoruz bu noktada: Bilim, henüz bilmediklerimizin neler olduğunu keşfetmektir. Henüz neyi bilmediğini bilmektir bilim…

Dinci kafanın anlayamayacağı bir diyalektik!

Hareketin diyalektiği… Herakleitos’un ırmağının diyalektiği… Her şey akar…

* * *

Bilim ve Gelecek’in Şubat 2014 tarihli 120. sayısı matbaaya yollandıktan sonra yazdım bu yazıyı. 120=10x12. Bilim ve Gelecek tam tamına 10 yaşında. Kutlu olsun!

20 yıl önce toplumcu bilim yayıncılığına birlikte başladığımız, “Bilim ve Ütopya” ve “Bilim ve Gelecek” süreçlerinde el birliğiyle yeni bir kulvar yarattığımız ama artık aramızda bulunmayan can dostlarım Serhat Özyar, Kağan Güner ve Savaş Emek anısına…

Her şey akar... Her şey akar... Yaka yaka, akar...