Antikapitalist Müslümanlar ve bugün yenen hurmalar

Bir annenin lokmasını yarım bırakıp oyuna koşmak isteyen çocuğuna “yarım bırakırsan arkandan ağlar” demesi gibi, Türkiye Aydınlanması da bizim arkamızdan ağlıyor. Bu topraklarda Aydınlanmacılık pınarından süzülen suyla yetişmiş besinimizi yarım bırakıp, “oyuna dalma” tutkumuz nedeniyle, Aziz Nesin’ler, Turan Dursun’lar, İlhan Arsel’ler ve daha niceleri ağlıyor arkamızdan…

Taksim’deki 1 Mayıs kürsüsünden, sayabildiğim kadarıyla 6 defa selamlanan, antikapitalist Müslüman gençlere çakılan selam ağlatıyor bu kez onları…

Hayır, ne solun işinin “Kemalizmin elinden düşürdüğü” Aydınlanma bayrağını kaldırması, onun yarım bıraktığı işi tamamlaması gerektiğini, ne de Müslüman gençlerin 1 Mayıs alanına buyur edilmemesi gerektiğini savunuyorum.

Geç kalmış burjuva devriminin Aydınlanmacılığı doğası gereği eklektiktir, yarımdır, çürüktür. Taşıdığımız, taşımamız gereken bayrak bu değil, sosyalizmin Aydınlanma bayrağıdır. Besinimiz de buradadır…

1 Mayıs’ta Türkiye’nin dört bir yanında ve Taksim’de toplanan binlerce gencin içerisinde zaten çok sayıda Müslüman’ın bulunduğu söylenebilir. Alevidir, Sünnidir, inançlıdır, hatta aralarında dindar olanlar da vardır. Mesele bu değil.

Mesele, bana göre, iki boyutludur ve her ikisi de İslamcı hareketle değil solla ilişkilidir: Birincisi, Türkiye’nin sosyalist birikimini bu kadar hafife alan, bu kadar köksüz ve bu toprakların dışında gören bir algının böylesine kolayca sahiplenilmesiyle ilişkili. İkincisi, Türkiye’de, içinde yaşadığımız bölgede ve dünyadaki gericileşmenin bu denli hafife alınmasıyla alakalı.

Kastımı bir örnek üzerinden açmaya çalışayım.

Mehmet Eroğlu, Fay Kırığı üçlemesinin ikinci kitabı “Emine” yayımlandıktan kısa bir süre sonra İhsan Eliaçık’la birlikte Vatan’a röportaj veriyordu. Röportaja, romanın karakterlerinden Hasan Hoca’nın Eliaçık’tan esinlenilerek yaratılmış olması vesile oluyordu. Muhabir Eroğlu’na soruyor: “Peki İhsan Hocam ilginizi nasıl çekti, yani ne zaman ve nasıl romanınızdaki bir kahramana esin kaynağı oldu?” Mehmet Eroğlu cevaplıyor: “İhsan Eliaçık’ı güçlü olarak algılamam ilk kez bir televizyon programında oldu. Erol Yarar’ın sıçrayıp sıçrayıp oturmasını izlerken açıkçası çok zevk almıştım. Çünkü konuyu biz soldan tartışsaydık, söylediklerimiz pek de önemli olmazdı. Ama aynı konu Müslümanlık cephesinden ve Kur’an’ı referans vererek tartışılırken adamın aczi benim için çok çarpıcıydı. O zaman gördüm ki İhsan Eliaçık’la aslında çok da ayrı yerlerden gelmiyoruz. Vicdanımızın buluştuğu yerdeyiz.”

Eroğlu’yu günah keçisi haline getirmek niyetinde değilim. Ancak, Türkiye solunun Aydınlanma birikimini hafife almanın çok belirgin bir örneğini verdiği için bu sözlerini aktarıyorum. MÜSİAD başkanlarını yerinden hoplatmak için Müslümanlık cephesinden konuşmanın daha etkili olacağı düşüncesi bana göre budur. Demek ki Aziz Nesin’ler, Turan Dursun’lar, Uğur Mumcu’lar ve daha nicesi ne gerici patronları yerinden hoplatabildi, ne de geniş yığınların vicdanına hitap edebildi bu topraklarda… Etkili olmak mı istiyorsunuz? Halkçı olmak mı istiyorsunuz? “İçeriden” eleştirecek, Kuran’a referansla konuşacaksınız… Bu ülkede binlerce genç Nesin’leri, Arsel’leri, Dursun’ları okuyarak solcu mu olmuş? Kentli orta sınıfların kimlik bunalımıdır deyip geçebilirsiniz!

Mehmet Eroğlu kusura bakmasın, onunla devam edeceğim. Aynı röportajdan bir başka alıntı, bahsettiğim ikinci boyuttu açmam için elverişli. Şöyle diyor Eroğlu:

“Sosyalistler Sosyalist, Müslümanlar Müslüman… Kutsallığını bir kenara koyarak konuşursak, dinler, en saf biçimiyle yoksulların mutluluğu için öngörülmüştür. Bütün dinler hep ezilenlerin ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Geriye doğru götürürseniz bu vicdanla ilgilidir. Biraz önce İhsan Eliaçık, Müslümanlar açısından kimlerle ittifak yaptığını söyledi. Peki, biz solcular kiminle ittifak yaptık Allah aşkına? Örgütlenmek önemlidir, sadaka kültürüyle olmaz diyen biriyle, kapitalizmle Müslümanlık bir araya gelemez diyen biriyle bir solcu pekala yan yana gelebilir. Ayrıca dini sadece bu muhafazakar denilen kesime bırakırsak eğer din Orta Anadolu, ataerkil bir yoruma indirgenir ve onlar her zaman dini sosyalizmin önüne bir duvar olarak ortaya koyar. Oysa bu ilişki çok rahat kurulabilir.”

Mehmet Bey’in söylediklerinde haklılık payı var kuşkusuz. İslamcı hareketlerin toplumsal tabanında yoksulların, işçilerin geniş bir yer tuttuğu aşikâr. Sınıf çelişkilerinin insanların dini inançlarının önüne geçebildiği de bir o kadar öyle…

Ancak buradaki temel tartışma, solun toplumsallaşabilmek için “İslamcı” hareketle ittifak kurması gerektiği düşüncesinde… “İslamcı”yı tırnak içine alıyorum, zira önüne antikapitalist ya da başka birtakım sıfatların eklenmesi bu vasfı önemsiz kılmıyor.

Akla derhal hangi Türkiye’de, hangi bölgede, hangi dünyada yaşıyoruz soruları geliyor. Müsaadenizle bu soruları artırarak devam edeceğim.

1 Mayıs örneğinden başlayalım. “Antikapitalistiz” diyen Müslüman gençlerin 1 Mayıs’a teşrif etmesi, o gençlerin niyetinden bağımsız olarak nasıl bir sonuç doğurmuştur? AKP’nin yüreğine korku mu salındı, yoksa o gençleri temsil edenler kanal kanal dolaştırıldı mı? Tartışılan “antikapitalist” Müslümanların İslamcı hareketin ana akımına eleştirisi mi, yoksa solun ideolojik eksenine yaptığı girdiler midir? İslamcı hükümetin sanata ve sanatçılara savaş açtığı, eğitimde Cumhuriyet tarihinin en büyük gerici kırılmasını dayattığı, sağlıkçıları ölümle terbiye etmeye kalkıştığı, her gün bir yerlerde işçilerin canından olduğu bir ülkede 1 Mayıs sonrasında birkaç yüz ya da bin “antikapitalist Müslüman gencin” tartışılması solu ne anlamda ilerletmiş, toplumsallaşmasına nasıl bir destek sağlamış olabilir? Mümtazer Türköne’sinden İskender Pala’sına, AKP bülbüllerinin aylardır “yeni rejime yeni sol lazım” diye şakımaları, solculuğun da İslamcı bir zeminde kurulması gerektiği teziyle hiç mi akrabalık taşımamaktadır? Ardı ardına kürsüye çıkarak “muhafazakar sanat”la ilgili çok sert sözler eden ve binlerce insan tarafından coşkuyla alkışlanan tiyatrocuların konuşmalarının arasında “Müslüman gençler hoşgeldiniz” anonsları yapılması solun inandırıcılığından, samimiyetinden ve tutarlılığından hiçbir şey eksiltmiyor mu? Sahi, Bekaroğlu ya da Eliaçık, tiyatro ya da bale hakkında ne düşünüyor? “Bunlar bir avuç elite, orta sınıfa hitap eden konular, emekçilerin gündemi değil” deyip geçecek miyiz?

İçinde yaşadığımız bölgeyle devam edelim. Bugün Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Suriye’ye kadar ABD’nin sırtını yasladığı Müslüman Kardeşler de geçmişte kolonyalizm karşıtı, bağımsızlıkçı bir söylem kullanmıyor muydu? İran’da İslamcı hareketle birlikte devrim yaptığını düşünen komünistler, İslamcı iktidarın kurduğu darağaçlarında sallandırılmadı mı? Bugün Amerikan karşıtı bir konumu olan İran’ın İslamcı yönetimine, Lübnan Hizbullah’ına ve benzerlerine solun müttefikleri gözüyle bakılabilir mi? Daha dün Hamas da bu güçler arasında sayılmıyor muydu? ABD Hariciyesi’nin onlarca belgesinde, raporunda İslamcı örgütlenmelerin pazarlıkçılığına oynamak gerektiği vurgulanmıyor mu? ABD, baş düşman ilan ettiği El Kaide’yle Libya’da, Suriye’de el ele vermedi mi? Yine ABD halen savaştığı Taliban’la müzakere masasında oturuyor mu, oturmuyor mu?
Ve son bir soru: Sadece Türkiye’de değil, Sovyetler Birliği’nden arta kalan dünyada siyasetin dinsel referanslara göre kodlanması yönünde yoğun bir basınç var mı, yok mu?

Daha fazla uzatmayacağım ve son bir olasılığa değinerek bitireceğim. “12 Eylül davası” namlı müsamerenin dönüp dolaşıp solu darbecilikle itham etme noktasına geldiğini görüyoruz. Ve 28 Şubat operasyonunu köpürtme gayretindeki kalemşorların sık sık “darbe destekçiliği yapan sol”dan bahsettiklerini…

Doksanların ikinci yarısında devrimcilerin cenazesini mevlit okutarak kaldıran, Beyazıt Meydanı’nda gerici mitinglere destek veren solculardan bahsedene ise rastlamadım. Oysa az değillerdi ve aşağı yukarı bugün savunulan gerekçelerle izah ediyorlardı bu tavırlarını… O dönemde İslamcı hareketle rezonans tutturmaya kalkışan solun daha sonra toplumsallaştığı ise herhalde söylenemez. Sol adına iyi kötü bir toplumsal damar yakalamayı başaranlar ise Aydınlanmacılığa, ama 28 Şubat’ın aydınlanma diye sunduğu garabete değil, sosyalizmin taşıdığı Aydınlanmacılığa sahip çıkanlar oldu. 28 Şubat sürecinin genel sonucu da gericiliğin toplumsallaşması, düzenin AKP’yle yeni bir soluk bulması.

Tıpkı 12 Eylül müsameresinde olduğu gibi yarın 28 Şubat davasında da solcuları sanık sandalyesine oturtmaya kalkarlarsa, hiç kimse buna şaşırmamalı. Solun bir kısmına da “darbecileri temizliyoruz” ve “toplumla İslamcılık zemininde bağ kurun, size başka türlü yaşam şansı yok” diyecekler zaten diyorlar.

Dün yenilen hurmaların bedelidir bu… Ve ne yazık ki solun bir kısmı bugün de hurma yemeye pek teşne görünmektedir. Yarını hiç düşünmeden…