Teokrasi ve Tekno-ilim (Ebutalip İpek)

Gökbilimiyle ilgili yaptığı çalışmalarla, yer merkezli evren anlayışının yerine güneş merkezli evren modelini sunmuş olan Mikołaj Kopernik’in, geçtiğimiz günlerde 540. doğum yıl dönümüydü. Kopernik’in güneş merkezli evren anlayışı dönemin Ptolemaios’çu anlayışı için yeni olsa da aslında bundan ilk bahseden MÖ 3. yüzyılda yaşamış olan Sisam’lı Aristarkhos’tur ve o da tıpkı diğer gökbilimciler gibi zamanında dinsizlikle suçlanmıştır. Kopernik’in, güneş merkezli evren anlayışı yeniden dile getirmiş olması, Ortaçağ’ın düşüncesinde bir kırılmaya neden olmuştur. Ptolemaios’un yer merkezli evren anlayışının uzunca bir süre kilise tarafından kabul görmesinin nedeni amiyane tabirle, kilisenin işine geliyor olmasındandı. Güneş merkezli evren modeli ise, kilisenin varlığının dayandığı Kitab-ı Mukaddes’in tutarlılığını ve geçerliliğini sorgulandığı anlamına geliyordu ve bu aynı zamanda din adamlarının otoritelerinin sarsılacağı anlamına da geliyordu.

Bunun farkında olan Martin Luther şöyle demiştir “herkes göklerin, gökkürenin ya da Güneş ile Ay’ın değil, Dünya’nın döndüğünü göstermek için yırtınan zıpçıktı bir yıldızcıya kulak veriyor… Bu alık, bütün gökbilimini değiştirmek istemektedir ancak, Kutsal Kitap’ta (Yeşu 10:13) Yeşu’nun Dünya’ya değil, Güneş’e durmayı buyurduğunu söyler.” Yine başka bir din adamı Philipp Melanchthon ise, Kopernik’in görüşlerini dile getirenler için şöyle demektedir “bu tür görüşleri kamuoyu önünde savunmak dürüstlükten ve terbiyeden yoksun olmaktır ve bu tehlikeli bir örnektir. İyi bir zihnin yapacağı şey, hakikati Tanrı’nın vahiy yoluyla bildirdiği biçimiyle kabul etmek ve ona rıza göstermektir.”

Kilise ve engizisyon bütün çabalarına rağmen, gökbilimdeki gelişmelere engel olamadılar ve Kopernik Devrimi ileride bir çığa dönüşerek, dinsel otoritelerin yıkılmasına neden olacaktı. Bu bir bağlamda hem yerin merkezinin hem de insanın, yaratıcının merkezinden kaydığını da göstermekteydi. Bu durumda Hristiyan kiliselerinin “güneş merkezli” görüşe karşı çıkması olağan bir durumdur ve on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğine kadar kilisenin eğitim kurumlarında Kopernik’in evren anlayışı yasaklanmıştı. Ancak bu yine de din adamlarının, gökbilim karşısında yenilmesine engel olamadı.

Bilimin, dini alt etmek gibi bir amacı yoktur ama bir şekilde gerçeklik, inançla kesişiyordu. Bilim, kendisinin belirlediği yolda ilerler, inançla aynı yolu kullanmadığı gibi inancın rehberliğini de kabul etmez. Ama inanç, kendi yolundan ilerlemeyenleri hep sapkın olarak kabul eder. Ortaçağ’ın sonunda filizlenmeye başlayan modern bilim, dine göre bir sapkınlık olarak doğmuştu ve bu bağlamda gökbilim sadece bir başlangıçtı.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında din adamları, bu kez de yerbilimin iddialarına karşı çıkmaktaydı. Yerbilimciler yeryüzünün belli evrelerce, uzun sürede oluştuğunu dile getirdiler. Oluş halinde olan bir dünyanın tahayyülü, yaradılışın altı günde olduğunu vurgulayan kutsal kitapla çelişmekteydi. Daha sonraları din adamları, altı günün altı çağ olarak algılanması gerektiği konusunda uzlaşmacı bir yol benimsediler. Ama asıl darbe yeryüzü gibi canlılarında uzun süreli bir oluş içinde evrim geçirdiğini vurgulayan biyolojiden geldi. Bu konuda Bertrand Russell şöyle der “Darwin’cilik tanrıbilime Kopernikus’culuktan geri kalmayan bir tokat oldu. Yalnızca Oluş’ta (Genesis) ileri sürülen ayrı ayrı yaratma eylemlerini, türlerin değişmezliklerini çürütmekle yaşamın başlangıcından beri, dinsel görüşe taban tabana karşıt, usa sığmaz bir sürenin geçmiş olduğunu söylemekle Tanrı’nın iyilikseverliği ile açıklanan, canlıların çevreye uyumunu, doğal seçmeye bağlamakla kalmıyor hepsinden kötüsü, evrimciler insanın daha aşağı hayvan soyundan türediğini savunuyorlardı. Tanrıbilimcilerle öğrenimsiz kimseler, gerçekte kuramın bu noktasına takılıyordu.”

Gökbilimde olduğu gibi bu bilimsel gelişmelere de din adamlarının itirazları olmuştur. Din adamlarına göre biyolojideki bu gelişme, gökbilimden daha büyük bir sapkınlığın belirtisiydi. Gökbilimdeki gelişmeler kiliseye otoritesini kaybettirmişti ancak öyle gözüküyordu ki geçerliliklerini de yitirmek üzereydiler. Söz konusu bu gelişme Hristiyanlık dışındaki diğer tek Tanrılı inançların yaradılış kısmıyla da çelişmekteydi. Bundan dolayı günümüzde birçok din adamı evrimi ya görmezden gelmektedir ya da kendi kutsal metinlerinden yaptıkları zorlama çıkarsamalarla uzlaşmaya gitmektedirler.

Bilim tüm bu gelişmelere rağmen devinim içinde yoluna devam etmektedir. Öyle ki bilim yirminci yüzyılda kuantum fiziğiyle yeni bir paradigmanın içine girmesine rağmen, din durağan yapısıyla varlığını hâlâ sürdürebilmektedir. Çünkü din, insanoğlunun en büyük korkusu olan ölüm sayesinde ayakta durmaktadır. Bilim, insanlara ne olmadıklarını gösterdi ama ne olduklarını da söylemedi. Ayrı deyişle bilimin, insanlara rastlantısal bir varoluşta sürdürdükleri yaşamın içinde bir ereksellik olmadığını ifade etmesi, insanları pek tatmin etmedi. Öyle ki, hiç kimse varoluşunun bir tesadüften ibaret olduğu düşüncesini kabullenemiyordu, dahası öldükten sonra yok olmak düşüncesiyle yaşayamıyordu.

Görüleceği üzere bilimin, evrim konusundaki söylemi yalnızca din adamlarının alanlarını sınırlayıp geçersiz kılmaya çalışmıyor, en sıradan insanın da dünya görüşünü ve varoluşunu yeniden biçimlendiriyor. Dolayısıyla evrime karşı reflekslerin gelişmesi anlaşılabilir aksi durumdaki insanın, biyolojik ve kültürel evrimi sonucu ulaştığı şimdiki yaşamını yeniden anlamlandırması gerekecek. Anlamsızlıkla kuşatılmış bir dünyada ereksellikten uzak bir yaşamı idame ettirmekse, büyük bir cesaret gerektirmektedir. Nihayetinde insanların algılarındaki bu sıkışmışlığı hem dinler hem de iktidarlar, tarih boyunca insanları kullanabileceği bir araca dönüştürmektedir. Asıl vahim olan ise ölüm veya amaçsızlıkla boğuşmak değil otoritelerin, insanların kaderini kendi keyfiyetlerince sürdürmeleridir.
Bu vahametin izlerini şimdilerde yeniden duymaktayız. Söz konusu olan dinin, iktidar bileşimiyle ortaya çıkan mitsel bir anlayışın, toplumu yeniden yönetmesi olgusudur. Bu aynı zamanda değişen bilim paradigmalarını eskiye yönlendirilmek anlamına da gelmektedir. Değişimin izlerini önce bilim üreten kurumlarda özellikle de evrim konusunda TÜBİTAK’ın iktidarla aynı söylemde buluşmasında görmüştük ve şimdilerde iktidarın Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı, evrim konusunda aynı söylemde halkayı genişletmektedir.

Bakan’a göre “bizdeki hastalık şu ki bilimsel bir olayı inanca dönüştürmeyi çok çabuk beceriyoruz… Türkiye'nin sorunu Darwinizm'in inanca dönüştürülmesidir. Kardeşim bu bir inanç değil ki. Bunu niye dönüştürüyorsun? Darwin'in teorisi, bilimsel bir teori, ama inanç değil. İnsanlar da bunu mutlak doğru olarak algılamamalı zaten!” Bakan, bizdeki hastalığın tanımı yanlış yapmıştır. Eğer bu ülkede Darwinizm inanca dönüşseydi, hem AKP iktidar olmazdı hem de kendisi Bakan olamazdı. Darwin kuramı, inanca dönüşüyor argümanı da din adamlarının, itibarlarını geri kazanmak için geliştirdikleri bir çözüm modelidir. Kaldı ki evrim kuramının, dinin otoritesini sarsarak onu geçersiz kılması ve insanları, hurafelerden arındırarak başka bir dünya algısı sunması bilimin sorunu değildir. İnsanlar kazandıkları bu yeni bakış açısıyla ateizme ya da deizme yöneliyorlarsa bu yine de bilimin tasarrufu olamaz. Bu iktidarını insanların maneviyatına dayandıranların sorunudur ve en nihayetinde bilim hiç kimseye din gibi bir vaatte bulunmamaktadır.

Bakan’ın, “Darwinizm bilimsel olarak kaldığı sürece bir problem yok” şeklindeki sözleri dini bir rahatsızlığın dışavurumudur. Belli ki bu ifade yeniden otoriteye dönüşen dinin, kendine olan güvenin artığı anlamına da gelmektedir. Çünkü asıl olan dinin, bilimin alanlarına dokunmadığı sürece bir problemin olmadığıdır, öyle ki bilim inancın dogma patikalarında gezmediği gibi, inanç dizgesiyle de bir söylem oluşturmaz. Bilimin serüveninde, dinin içine düştüğü durum sanırım bunu yeterince ifade etmektedir. Öte yandan evrim kuramının bilimsellikten sapması için bir neden yoktur ama dinin asırlardır yaptığı gibi, insanlara hükmetmek ve onları çıkarları doğrultusunda kullanmak için yeterince nedeni vardır. Laplace’ın, yapıtında neden Tanrı adının hiç anılmadığı sorusuna vermiş olduğu yanıt sanırım bilimin, dine olan yaklaşımını da açık bir şekilde dile getirir “o varsayımla işim yok benim.” Anlaşılan o ki bilime gösterdiği ihtimamla hem Bakan’ın hem de iktidarın o varsayıma duydukları ihtiyacı göstermektedir, ne de olsa iktidarların modeli Tanrı’dır.

Aslında Bakan Nihat Ergün, Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi'nin açılışında yaptığı konuşmada da bilim karşısında nasıl bir tavır sergilediğini alenen göstermişti. Bakan’ın şu sözleri sanırım tanıdık gelecektir “...Bilim adamı olmaya, teknoloji geliştirmeye de teşvik etmemiz, destek vermemiz, cesaretlendirmemiz lazım.” Görüleceği üzere bilimi budayarak, sadece pratikte işlerine yarayan kısmını alan teokratik yönetim ne bilimin farkında ne de teknolojinin. Öyle olsaydı teknolojinin günümüz insanını, nasıl tüketim nesnesi haline getirdiğinin farkına varacak ve teknolojinin hem insan için hem de ekoloji için günümüzde nasıl bir yıkıma neden olduğunu anlayacaktılar. Anlaşılan o ki, iktidarın ve inancın dizgelerine uyarlanan bilimle, sadece din adamları yetiştirilebilir ve bu noktada artık bilim, patolojik bir hal almaya başlar.