Yaşamaya Dair...

Nazım Hikmet'in ne güzel şiiridir. Yaşam sevgisi dolu, inanç dolu... İnsan olmanın yürekte ince bir diken gibi battığı zamanlarda. İncecik bir sızının derinlerde, taa derinlerde usul usul, alçakgönüllüce hissedildiği zamanlarda. Bazen sıcak mı sıcak bir yaz akşamında ansızın beliriveren esintinin çok uzaklardan bir şarkıyı getirip dilimize kondurması gibi. Öyle tanıdık, öyle bildik ama öyle görkemli bir çağıltının temiz tertemiz dizeleri. Ah dedirtir. Ahh, bu dünya biraz da bu güzel insanların yüzü suyu hürmetine dönmüyor mu?

Nazım Hikmet... Bu adda ne çok anlam içiçe geçmiş. Ne çok insanlık, ne çok aşk, ne çok komünistlik, ne çok sevgi, ne çok dostluk, ne çok mücadele ve ne çok yaşamgücü.

Bu tüm anlamların derinliğinde, şenliğinde, hüznünde, sevincinde, koyuluğunda süzülüp gelen damıtılmış bir özsu sanki.

Bazen bir yoldaş, bazen bir dost, bazen bir sevgili, bazen bir öğretmen, bazen bir baba, bazen bir bilge, bazen bir komşu, bazen bir kardeş. Nazım işte. Nazım Hikmet işte.

Tanımaktan, okumaktan, yoldaşlıktan bu kadar mı mutlu eder bir insan. Ama işte hissedilen coşkunluk haline “kelimeler kifayetsiz” kalmakta.

...

Diyelim ki hapisteyiz,

yaşımız da elliye yakın,

daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.

Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,

insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla

                                                      yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım,

                 hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...

Bunaltmış bir yaz akşamı oysa. Yıl 2016 aylardan Haziran. “Boş bir ceviz gibi”dir bazen dünya. Öyle bir boş cevizdir ki, içten içe çürümekte, kokuşmakta ve bozulmakta olduğunu hissettirir. Öte yandan hissettiğinize; henüz katılaşmadığınıza, keçeleşmediğinize, alışmadığınıza sevinirsiniz.

Yüzü yol yol olmuş, sanki bin yılların tortusu yüreğini burkuyor sandığınız dedeniz ile son kez sohbet ediyormuş hissine kapılabilirsiniz.  “Erilmedik dünya, doyulmadık dünya” çığlığının acısı çöreklenmişken ve ince bir çizik atmışken size.

Ansızın Nazım çıkagelir.

Yıl 2016 aylardan Haziran.  “Daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının” İşte o an, Nazım'ın çağırdığı an, dışarıda Ağustos böcekleri saklandıkları çam dallarının arasından erkenci mızıkalarını duyurmaya çalışmaktadırlar.  Bahçede az biraz esinti başlamıştır. Cennet süpürgesini kulağının arkasına takan dedem, ince bacaklarıyla şezlonga bağdaş kurmuş, bir elinde rakısı, bir elinde sigarasıyla gerçeküstü bir resim gibi karşımda duruyor. Bir şiirde vardı, diyorum. Hangi şiirde  bu imge? Kekeme bir hissi ellerime bırakıp gidiveren bir şiir,  ete kemiğe dedemin cennet süpürgesinin karanfile dönüşmesiyle başlıyor. Turgay Fişekçi mi desem, Hüzün Adlı Kız Çocuğuna mıydı, yoksa karanfilli olan... Hangisi?

...

Annen aşık bir kadındı yavrucuğum

seni hep özledi

yüzünde Nataşa'nın, Mado'nun, Valya'nın çizgileri

aşık kadınlara özgü hüzün

ve güldüğünde bir ay oluveren ağzı

yine de çiğneyemedi dünyayı

kimi zaman yaşamayı denese de

bir düşünce olarak sevdi sevgiyi

...

Yok, karanfilli değil, diyorum. Niye geldi ki bu şiir şimdi. Oysa ne güzel bir şiirdir. Berrak bir su damlası. Ama karanfilsiz. Dedemin hüzünleri, seksen altı yaşının yorgunluğu ve delikanlılığı el ele. Ölümle konuşuyor. Ölüme meydan okuyor. Ah diyor, “erilmedik dünya, doyulmadık dünya...” Kırmızı bir karanfil kondurmak istiyorum kulak arkasına cennet süpürgesinin yeşiline karşı kıpkırmızı bir karanfil. Neydi o şiir, ne şimdi bu fotoğraf, nereden geldi oturdu bu imge? En koyu yaşamak kıvamı. En koyu  kifayetsiz kelimeler demlene demlene yaz esintisinin peşine takılıp giden. Havada huzur ve mutluluk. Sözcüklerin hafifliği, yürekleri de hafifletir mi, hikayeler birbirini kovalarken, kardeşler, teyzeler, anne, dayı ve sevgili.  Dünya bu bahçeden ibaretmiş gibi, tüm iyilikler dağ esintisine doluşmuş hafif hafif saçlarımızı okşuyormuş gibi.

Ahh evet... Karanfilli olan. Murathan Mungan'ın Karanfil adlı şiiri. Buldum işte

...

Kulağında karanfil taşıyan halkımın oğulları

Atlanın gidiyoruz.

Buğulu bir şafak vakti yeniden düşüyoruz yollara

Eski zamanlarda olduğu gibi

Dersimiz tarih. Unutmayın kaldığımız yeri

yenilmedik daha

...

Ne demişti  Postacı filminde “şiir yazanın değil ihtiyacı olanındır” diye. Neruda mıydı? Ah dedem, şiirli gece durmuyor. Konuklar geliyor işte bir bir. Oysa bu yazının sınırları çoktan aşıldı. Ama dur, azıcık daha. İlya Ehrenburg'un ışıltısı, Nazım'la buluşsun, yoldaşlık yapsınlar yıldızların altında bize, gecenin büyülü yorganını örterken, yaşam dolu bir ninni fısıldasınlar kulaklarımıza...

Bize, “Oğullarımızın Oğulları”na. Ama şiir böyle de parçalanmaz ki, en iyisi siz hepsini tek tek okuyun böylesi bir yaz akşamında. Yaz uzun, yaz biter...

...

Okuyun bizi, şaşırın!

Üzülün bizim zamanımızda yaşamadınız diye.

Biz gece yatısına gelmiştik bu dünyaya.

Sevdik, yıktık, yaşadık -ölüm saatimizde-

Ama tepemizde sonsuz yıldızlar vardı,

O yıldızların altında yarattık sizi.

Hala hasretimiz ışır gözlerinizde,

Sözlerinizde isyanımız söylenir.

Geceye, çağlara, çağlara saçtık çünkü

Sönmüş hayatımızın kıvılcımlarını

Sönmemek üzere bir daha.

...

Ah dedem, bir diyebilseydim. 

“Yaşadım diyebilmek için...”