Umudu Yazmak...

Son zamanlarda yazılarımın pek umutsuz olduğunu dillendiren, umutsuzluk virüsünü yaydığımı söyleyen dostlar, cankuşlar var. Yazık ki farkındayım. Hem de fena halde farkındayım. Bu ölümüne umutsuz olma halini “ti”ye almaya çalışarak umutsuzluğum/uzla az biraz kafa bulmaya çalıştığımı da sanıyorum. Hani  ne kadar becerebiliyorum bilemiyorum ama  bu arabeskçe “bana kaderimin oyunu mu bu” kıvamından daha farkındalık içeren, kendime/kendimize dışarıdan bakabilmeyi de kapsayan bir umutsuzluk hali sanki... En azından bunu murad ederek yazmaya çalışıyorum. Ancak sonuç değişmiyor. Durum katran gibi kara, yapış yapış karanlık, sakil ve ucuz...

Madem umutsuz olacağız, içelim bari. Ya da madem intihar edemiyoruz içelim bari nobranlığı değil bu ruh hali... Umutsuzluğun da bir derinliği var. Tıpkı Shakespeare'ın 66. Sonesinde olduğu gibi

“Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen'e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.”

Tıpkı güzelim Can Yücel çevirisindeki hüzün gibi, gizli bir dert çekmek gibi, bilip de söyleyememek gibi, acıda buluşmak, mücadelede dayanışmak ama  yine de sessizce kendi kendimize  kaldığımızda umutsuzlanmak, kırılmak gibi...

Bu aralar Orhan Kemal gelip gelip duruyor aklıma... 2005'te yaptığımız Akıntıya Karşı Orhan Kemal: Bereketli Topraklar Üzerinde adlı belgeselde yer alan  Orhan Kemal'in Sait Faik'i anlattığı bir bölüm var. Öyle  tatlı tatlı didişiyorlar ki, değmeyin keyiflerine. O sahneler geliyor aklıma. Laf lafı laf tütün kesesini açarmış sözü de işte oradan, Orhan Kemal'in TRT'ye verdiği bir röportajdan.

İşte umutsuzlukla umuda çalma arasındaki  gitgelde Orhan Kemal'in tedavi için Bulgaristan'a gitmesi ve ardından naaşının 2 Haziran 1970 yılında Kapıkule'den memlekete getirilmesinde donup kalan bir fotoğraf bu. Uğur Polat'ın seslendirmesinde sanki tabuta dokunup, bir damla göz yaşımı gizlice kolumun yenine silmişim gibi bir his oluşuyor her defasında bende. Erken ölüm demeye utandığımız bir zamandan geriye yazıyor olmanın acısıyla, evet erken gitmiş büyük yazar. En verimli olacağı çağda.. Orhan Kemal'in cenazesi kalabalık bir toplulukla İstanbul'a getiriliyor. Çatalca yakınlarında durdurulan cenaze arabasına işçiler tarafından “Biz işçiler hatıran önünde saygıyla eğiliriz.” dövizi asılıyor.  Siyah-beyaz bir fotoğraf.

Haziran'da ölmek zor...

Belgeseli yaparken Rasih Nuri İleri ile tanışmıştık. Komünist Çınar karşımızda duruyordu. Nasıl muzip, nasıl şakacı, nasıl kocaman bir tarih, öykü ve belge deposuydu ki sormayın. Cemal Süreya şöyle diyesiymiş “Türkiye'de devrim olsa, bilin ki o, devrimin en coşkulu anında ilk bildirgenin kopyasını ele geçirmeye çalışmaktadır.”  Böylesi dünya tatlısı, nev-i şahsına münhasır, derya deniz, ve insanın komünistliğiyle gurur duymasını sağlayan, yüreğini genişleten insanlardan...

Orhan Kemal'i, Adana'nın bir döneminini, o dönemin TKP'sini, o dönemin işçilerini, gizli haberleşme yöntemlerini, partiyi arama çırpınışlarını ne gerçekçi anlatmıştı bizlere. Şöyle diledik; o anlatsa, biz dinlesek, biz dinlesek o anlatsa... Laf lafı laf tütün kesesini açmıştı yani...

İşte, gözlerini kırpmadan onu dinleyen bizlere söylediği şu cümleler mıh gibi aklımda... Belgeselde de kullandık zira..  

Dedi ki: “Bazı tarihte anlar var  yıldızlar parlar. Şimdi yıldızların söndüğü bir dönem. Nasıl ki 50-60 dönemi yıldızların sönük olduğu bir dönemdi. O dönemde Orhan Kemal ne yapabilirdi? En namuslu şeyi yaptı. Kendi memleketinde Adana'da partinin başına geçti. Mücadele etti. Her şeyi göze aldı değil mi?”

İşte yıldızların söndüğü dönemlerden geçiyoruz. Neyi ne kadar göze alabiliriz bilemem ama. Bir süre yıldızlar sönecek belli. İşte bu yıldızsız gecelerde umudu yazmak hiç de kolay değil.

Ama neyse ki deniz fenerleri var.

Onlar da olmasa benim başka kimim var?