Tarık Akan

Günler günleri, mevsimler bir diğerini kovalıyor. Yaşıyoruz. 2016 Türkiyesi'nde bugün Eylül, sonbahar. Hüzün ayı. Tatilin son günleri, yine akşam, yine akşam derken, Tarık Akan'ın zamansız vedası içimizi acıttı. Bir babayı, bir ağabeyi, bir sevgiliyi, bir onurlu sanatçıyı, bir aydını ve  her şeyden öte güzel mi güzel ışıl ışıl,  bir insanı kaybetmenin hüznü bu.

Hep böyle olur.

Önce tarifsiz bir hüzün.

Bir daha onu göremeyecek, aynı havayı soluyamayacak olmanın dayanılmaz ağırlığı çöker içe.

Onu, bir yerlerde, Cihangir'de bir akşamcı kahvesinde mesela, canlandırdığı film karakterleriyle sohbet ederken hayal etmenin tarifsiz keyfi gölgelenir. Dostlarıyla çay içtiği tahta sandalyesinin boş olduğunu fark ederiz birden. Yoktur işte. Bir daha pos bıyıklı kararlı bakışlar üzerinize dikilmeyecektir. İyi insanlara özgü sevecenlik içinizi genişletmeyecektir. Elini tutmak isteseniz mesela yoktur, artık orada değildir, değildir ama hani o elin havada bıraktığı boşluk tüm zamanların iyicil duygularıyla dopdoludur aslında. Bunu da biliriz.

Tarifsiz, karışık, insanı çocukça hıçkırtan, bir duygudur bu. Hıçkırttıkça güzel duyguları, aydınlığı, onuru, mücadeleyi, dostluğu, yoldaşlığı, paylaşımı, üretmeyi, çalışmayı ve alabildiğine gülümseyerek hiç vazgeçmemeyi  öğütleyen tüm zamanların en hakiki arınmasıdır bu. Genişleyen, genişledikçe tüm insanlığı, tüm geçmişi ve geleceği avuçlarında tutan. Kulağına bir karanfil iliştiren. Çapkın bir bakışla ve alabildiğine haklı olmanın inadıyla asla ve asla yenilmeyen. Billurlaşmış;  sol göğsümüzde özenle taşınacak bir cevahir ve asla kaybedilmeyecek.

İşte bazı insanlar vardır.

Yaşantınıza sızar, birlikte soluk alır verir ama fark etmezsiniz örneğin omuz başınızdan sizi izlediğini. Böyle bir şey.

Ailenizden en müstesna biridir de alabildiğine dertleşir, yeni projelerden dem vurur, hadi ama.. dersiniz.  Hadi...

Tarık Akan da gider miymiş hiç?!

Çocukluğum, devrimci ağabeyim, hınzır çapkın ve komik... Nereye?

Böyle böyle yaşanacak demek.

Ömrümüz oldukça uğurlayacağız demek gidenleri kalanlar olarak.

Hemen yanıbaşımda Edip Cansever.

Mendilimde Kan Sesleri öteki tarafta.

 

“Her yere yetişilir 

Hiçbir şeye geç kalınmaz ama 

Çocuğum beni bağışla 

Ahmet Abi sen de bağışla” diyesim geliyor. (Güzelim şiir parçalanır mı hiç!)

Öyle işte. Mendilim kanıyor gibi yani. Bir parçamızı uğurluyoruz ya, boşluğu boşluk...

Zaman tüneline bir dalalım.

Yıllar önce, 2004'ten önce. Akıntıya Karşı Aziz Nesin belgeselini yaparken soğuk mu soğuk bir İstanbul kışında Tarık Akan'la belgesel ile ilgili ropörtaj yapmak için bir lisede buluşmuştuk. (Hangi liseydi? Haydarpaşa Lisesi? Nasıl da unutuyor insan. Ah hep not almalı.) Şubat tatili idi diye hatırlıyorum. Her yer bomboştu. Biz kameramızı alıp hoplaya hoplaya gitmiştik. Tarık Akan geldi. Elimiz ayağımız birbirine dolandı haliyle. Kolay mı, değil, koca Tarık Akan. Nasıl acemiyiz, yaka mikrofonu unutulmuş. Herkes birbirini suçluyor gizliden ama yapacak bir şey yok. Çekim yapacağımız  yerde bir akvaryum var. İşte bunu hiç unutmuyorum. Akvaryumun motorunun homurtusu Tarık Akan'ın anlayışlı, sevecen ve alçakgönüllü sesine karışıyor. Biz heyecandan nefeslerimizi tutuyoruz. Tarık Akan anlatıyor. Akvaryumun motoru çalışıyor, kamera çekim yapıyor.

Paylaşmamalı mı? Yazının snıırlarını zorlasa da belge değil mi? Akıntıya Karşı Aziz Nesin kitabından bir bölüm:

“Aziz Nesin'le bir dönem sıcak bir ilişkiniz olduğunu biliyoruz. Siz bir aydın olarak Aziz Nesin'i nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdi tabii, toplumumuzda Aziz Nesin'e inanılmaz büyük bir ihtiyaç var hala ve hep olacaktır. Çünkü; Aziz Ağabey omurgası olan bir kişilik ve yapı. Bir kişinin omurgasının oluşması için var olması gerekenler konusunda; toplum bilinci, ulus bilinci, demokratik anlayışı, insana bakışı gibi birçok değerleri sayabiliriz. Bu değerlerin çok üzerinde var olmuş bir kişilik. Bunun için Aziz Ağabey toplumdaki çarklardan en ufak bir tanesinde aksamayı gördüğü anda lafını hiçbir şekilde esirgemeden ve düşüncesini olduğu gibi topluma yansıtan bir aydındı. Dolayısıyla Aziz Ağabey'in söylediğini duyan, yazdıklarını okuyan insanlar, bir an şok olur ve bir süre sonra “Evet, haklı” demeye başlarlar. O halk ancak o zaman Aziz Ağabey'in ne demek istediğini anlar. Veya yıllar sonra, gelecekteki yüz yıllarda kendisi adına ne kadar önemli bir adım attığının farkına varmaya başlar. Aziz Ağabey bugüne kadar Türk toplumununa inanılmaz büyük yararlar sağlamıştır her konuda. Bunun dışında sanatçılığı, kişiliği, yazdığı kitaplar, birçok yönlerini sayabiliriz. O tam bir kişilik, tam bir birey olmuy önemli aydınlarımızdan bir tanesi.

Aziz Nesin'in öncülüğünü yaptığı bir anlamda 12 Eylül baskısına karşı, Türkiye aydınının yüz akı sayılabilecek Aydınlar Dilekçesi var. Siz de bu dilekçenin imzacılarındansınız. Sürece Aziz Nesin'in katkısı konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Tabii, bunları söylediğimiz zaman 1980 dönemine, Türkiye'deki faşist yönetime, cuntaya karşı herkes tavrını koyuyor, herkes gözünü karartarak karşı hareketlerde bulunuyor. Ama Aziz Ağabey tepkisini başka türlü bir ağırlıkla koyuyor. Aydınlar Dilekçesi gibi bir fikri ortaya atıp, ilk başta küçücük bir çekirdekle başlayıp, halkaları büyütüp yüzlerce kişiye imzalatıyor. Sonra bunu protesto olarak Ankara'ya gönderiyor. Bütün ülkeyi olduğu gibi tüm dünya kamuoyunu da yerinden oynatabilecek kadar güce sahip bir aydın Aziz Nesin. Tabii, Aydınlar Dilekçesi yayınlandığında, Ankara'ya gönderildiği zaman arkasından hemen çıkan tutuklama ve mahkeme sürecinde, imzacılar arasında omurgasız insanlar ortaya çıkmıştır. Bunlar, “Farkına varmadan attık, biz orada tavla oynarken imza attık” gibi ipe sapa gelmeyen, -ki bugün hala o kişilerin yargılanması gerekir diye düşünüyorum- savunmalar yaptılar. Aydınlar Dilekçesi, aydın olduğunu söyleyen insanlar arasında bu denli omurgasızların bulunduğu, barındırılabildiği çok önemli bir halkayı ortaya çıkarttı. Tabii, neticede bu davalar bir süre sonra beraatla sonuçlandı. Ama yapmış olduğu etki tüm dünyada büyük bir tepkiyle karşılığını buldu. Ki o dönem sanıyorum, Barış Derneği yargılamaları da devam ediyordu. Biz her hafta, Sağmalcılar'ın arka taraflarında bir askeri mahkemeye gidip geliyoruz. Bir yandan da bu devam ediyordu. Aydınlar Dilekçesi'nin hazırlandığı ilk aşamada ben de vardım. Zaten o dönemde cuntaya karşı yapılan demokratik hareketlerin ve her türlü faaliyetin içinde var olmaya çabaladım. O ilk hazırlanış serüvenünde de vardım. İlk imza atanlardan bir tanesiydim. Ama mahkemeye çağırmadılar beni. Niçin çağırmadılar, onu da bilemiyorum. Yani; imza atan herkes mahkemeye gitti, mahkemeye çağırıldı, beni dışarıda tuttular. Belki o zaman başka davalarım var diye. Ama bu da onları etkilemezdi. Niçin öyle oldu onu da bilemiyorum. Onlar da bazen böyle seçiyorlar işte. Yüzlerce kişinin içerisinde, benim adım Tarık Akan diye geçmediği için belki de. Belki savcı, Tahsin Tarık Üregül'ün kim olduğunu anlamadan böyle bir şey yapmıştır. Yine de pek anlayamadım, niçin beni o mahkemeye dahil etmediler, etselerdi memnun olurdum. Ayrıca da 12 Eylül sürecinde üçüncü mücadelemi fiilen vermiş olacaktım.”

İşte böyle. Güle güle Tarık Akan.

Güle güle güzel insan.