Son Teşebbüs'ten Sonra

Aziz Hatman'ın ilk romanı üzerine yazmaya devam ediyorum. İki düzlem üzerinden eleştireceğimi söylemiştim geçen haftaki yazımda. İlk düzlem edebi açıdan, ikincisi ise ideolojik açıdan.

Roman zamanı 2500'lü yıllar. Romanda açık olarak dillendirildiği üzere, iki yüz  yıl önce komünizm gelmiş ve son cinayetin üzerinden yüz yıl geçmiş. Komünist bir toplumda işlenecek bir cinayetin ihbar mektubuyla başlayan roman, klasik polisiye edebiyatında olduğu üzere katili bulma serüveni olarak kurgulanmış. İyi polisiyede roman kişileri tip olmaktan kurtulur, her biri derinlik ve incelik kazanarak gündelik yaşamdaki bireylere dönüşür.  Roman kişileri karakterleşir ve karakterlerin gelgitleri; içten dışa, dıştan içe sergilenmeleri ile hem karakterlerin eylemlerindeki nedenler/nasıllar yerli yerine oturur, hem de roman olayları arasında kurulan bu dolayımla nedensellik zemini oluşturulur.

Hatman'ın roman kişileri yukarıda sözünü ettiğimiz etlenmiş kişiler değil, aksine son derece zayıf, kötü işlenmiş, kıvamlanmamış, özensiz çizilmiş kişiler olarak çıkıyorlar karşımıza. Çalakalem çizilmiş bu kişiler, roman kişileri olarak yüklendikleri sorumluluğun hakkını bir türlü veremiyorlar. Çünkü yazar, aynı anlama gelmek üzere roman anlatıcısı kurguladığı kişilere taşıyamayacakları bir yük bindirmiş.

Bilindiği üzere,  yazar ve roman anlatıcısı bir değildir, ancak bu romanda her ikisi de aynı dille ve sesle konuştuğundan roman kişileri, roman yazarının kişisel trajedisinin yansıtıcısı pranga mahkumlarına dönüşmüş. Karanlık mağarada gölgeleri yansıyan bir hayal oyunun biçare ucubeleri adeta.

Peki neden yapmış bunu Hatman? Bilmediğinden mi? Zannetmiyorum.

Hatman,  roman yazmaktan ziyade, kendi kişisel tarihini politik polisiye bir fonda anlatmak kaygısı taşıyor. Bir önceki yazımda Hemingway'den alıntıladığım tümcenin ışığında kişisel trajedisiyle romanı arasında bir mesafe yok, çizmemiş. Bunu özellikle, bilerek yaptığı izlenimine kapıldım. Kendini çok önemseyen, roman sayfaları boyunca kibrini her yapıp etmede gördüğümüz, sesini sürekli duyduğumuz, yargılayan, küçümseyen, aşağılayan, değersizleştiren, kontrolsüz ve öfkeli biri var karşımızda.

Bu ses yazara ait. Dolayısıyla bu romanın anlatıcısı yok.  Doğrudan yazarla muhatap okuyucu ve onun kulakları her daim tırmalayan  kötücül sesiyle...

Tanzimat dönemi ilk roman örneklerinde gördüğümüz bu kusur, iyi bir okuyucu olduğunu bildiğim Aziz Hatman'ın bilmeden düştüğü bir hata olmasa gerek.

O halde sormadan edemiyor insan.

Roman, yazarının öfkesini, mutsuzluğunu, kinini anlatmak üzere yalnızca bir araçsa  kurmacaya ne gerek var? Bu, romana  edebiyata ve okura saygısızlık değil mi? Romanın suçu ne? Anı ya da otobiyografi türleri ne güne duruyor?

Polisiye, üstelik Türk edebiyatında az denenmiş politik polisiye türünde yazılmış roman. Yetmemiş  inceltilmiş ve gösterişçileşmiş burjuva zevklerinin sembolik ifadesi hazcı yaşam biçiminin karşılıklarından biri olarak homini gırtlağa bulanmış “siyasi cinai gastro” biçiminde...

Bilemedim. Anlam veremedim. Ya da bildiğim tüm anlamları reddetmek istedim.

Edebiyat zemini üzerinden devam edelim. Romanda tek bir olay ve o olayı çözmeye çalışan az sayıda kahraman olmasına rağmen olay örgüsü o kadar dağınık ve olaylar birbirinden o kadar kopuk ki  ana olaydan bağımsız saçma bir savrulma gözünüze gözünüze giriyor.. Olaylar arasındaki ilintiyi okur olarak yakalamak imkansız. Nedensellik zinciri neredeyse hiç yok. Ne oluyor da, müstakbel katili bulmak için çıkılan arayışa yemekyerindeki Yakup katılıyor, ya da nasıl bir itkiyle birden Lena'nın evinde oluyoruz. Sonra katil adayları nasıl, hangi gerekçeyle lağvedilen partinin eski yöneticileri oluyor. Hastanedeki risk skalası hemen bu gerçeği apaçık mı ediyor? Zincirlerle bağlanan ve okuyucuyu ikna eden, hazırlayan ilmikler nerede?

Yoksa sadece yazarın kafasında mı?

Okuruyla paylaşmaktan kaçınıyor mu? Yoksa zaten polisiye form bir kandırmacadan mı ibaret?...

Peki, Yakup'un bin bir ad değişikliğini, İsa'nın Son Akşam Yemeği göndermeli süslemeleri, baba katilliği mevzusunu nerelere koyayım. Yazar açısından bunlar, alt okumalar, katmanlar olarak iliştirilmiş belli ki. İliştirilmiş demek zoundayım, çünkü forma uymayan, savrukluğu pekiştiren, gereksiz detaylarla ana izleği darmadağın etmeye teşne, yorucu ve gereksiz girdiler olarak havada asılı duruyorlar. Ve giderek gardı düşen okuyucuya azap üstüne azap yaşatıyorlar.

Şüphesiz daha detaylandırabilirim ancak roman tekniği açısından sözünü ettiğim örneklerin yeterli olduğunu düşünüyorum.

Gelelim öteki ve çok önemsediğim ideolojik düzleme. Şüphesiz biçim ve içerik birbirinden bağımsız değil ancak, biçim savruklukları, romanın ideolojik zeminine dair de fazlasıyla ipucu sunuyor.

Bir kez daha söylemekte yarar var, bu bir aşk romanı değil, “siyasi cinai gastro”. O halde, ideolojik içerik yazar tarafından da bir hayli önemsenmiş. Hatta tezim, yazarın kendi siyasi ve ideolojik duruşunu gerekçelendirmek için romanını yazmış olduğu. Hal böyle olunca söylenecek çok söz var.

Hatırlayalım, komünizme geçildiği, devletin sönümlendiği bir dünyadayız. Ancak bunu sadece yazarın bize dediğinden biliyoruz. Ötesi yok. Aslında var, robotlaşmış insanlar, yemekyerinde yapılan türlü yemekler, upuzun yaşanan ömürler, dünyanın tüm altınlarından yapılmış Eşitlik Anıtı, zombileşmiş partili kadrolar, hayatı boyunca İstanbul'un Avrupa yakasına geçmemiş komünizmin insanları, sonsuz bir sıkıcılıkta arz-ı endam ediyorlar.

Robotlaşmış insanlar dedim, çünkü bu insanlar korkuyu, öfkeyi, cesareti, mücadeleyi bilmiyorlar. Kekeme ve şaşkınlar. Gelişkin değiller, derinlikli değiller, onları tanıdığınıza sevinmiyorsunuz. Heyecan vermiyorlar. Aksine bıkkınlık duyuyorsunuz. Eeee diyesiniz geliyor. Bu mu yani komünist toplum ütopyası? Ve komünizmin insanı?

Öyle savunmasız bir komünist dünya ki bu, bir cürüm işlenme ihtimali politik bir infiale dönüşüyor ve herşeyin ters yüz olma süreci başlıyor.

“Suç varsa devlet olmalı” noktasından başlayan hareketlilik “düzenimiz kendini koruyamazsa, müstakbel katil haklı demektir, düzen yıkılmaya mahkummuş”noktasına hızla evriliyor.

Düzenin çatırdamasının sorumluları ise, eski kadrolar olarak görülüyor. Bunca apolitikleşilen ortamda Can'ın nasıl olup da düzeni koruma cengaverliğine girdiği ise roman nedenselliği içinde anlaşılamıyor.  “Ey şovalye Can” olarak da nitelendirilen baş kahraman “tehdit onunla mücadele edilmediğinde yıkıcı olur” diyerek cinayeti araştırmaya adıyor kendini. Ancak Can'ın içinde ya da adını bilmediğimiz anlatıcının içinde bir Can var. Tıpkı “bir can vardır bende benden içeri” de olduğu gibi...

Derin devlet, derin parti, derin kişilik bölünmesi nedeni Can'ı zehirlemiş belli ki...

Freud'un baba katilliği bu noktada mı devreye giriyor bilemedim. Baba olarak nitelendirilenler ise, eski parti sekreteri yaşlı Nordo'dan daha fazla. Kendini dağıtan partinin henüz hayatta olan eski kadrolarının her biri potansiyel bir katil olarak işleniyor.

Hayatını adadığın mücadele biterse ne olur, sorusu yüz elli beş  yaşındaki, Yeldeğirmeni'nde oturan devletin dağıtılan yönetim organı meclisi üyesi Lena'da somutlanıyor.

“ İnsanlar, iktidardan, hırstan, rekabetten, korku ve endişeden habersiz yaşamaya başlamış, özgürleşmişken, biz hala mücadelenin insanı evresinde kaldık, zehirlenmiş, kirlenmiş ucubelerdik. Onlar adına onlara rağmen toplumu düzenlemiştik yıllarca.” diyor. Kendini böyle görüyor ve gençler tarafından böyle görülüyor.

Üstelik genç kuşak, Can'ın kuşağı siyaseti bilmiyor, nefret ediyor. “siyaset insanı tüketiyor, bakın iki günde bile ne hale geldim.” dedirtiyor.

Sonra, gençlik bürosu üyesi Genç Fidel'e gidiliyor. Karşılaşma anının son derece sarkan yerleri okuyucuyu boğuyor, sayfaları atlaya zıplaya geçmek istiyor insan.  Saptamalar ardından geliyor. “Bu insanlar ömürlerini vermişler siyasete. Bunlar başka türlü insanlar. Benim bildiğim insanlardan değiller. Bunlar başka bir çağın arkaik bir hayatın kalıntıları.” Aynı bağlamsız nefret Genç Fidelli bölümlerde de kendini hissettiriyor.

Böylesi canavarların nasıl olup da komünizmi kurdukları, kendilerini bu denli önemserken bir köşeye çekildikleri bilinemiyor. Ya da tam da tersinden komünizm fikrinin kendisi bir alacakaranlık kuşağıdır mı demek istiyor yazar, doğrusu anlaşılamıyor. Üstelik Fidel'i betimlerken “cinayetin estetiği yerine, işkencenin kabalığı sinmiş”, deniyor.

Bir parantez açmalı hemen. Fidel sadakat demek ama “sadakatten”önce benim aklıma Fidel Castro geliyor. Şimdi burada durmak istiyorum. İsim konusunda bunca sözcük oyunu yapan yazar, Fidel'i seçerken ne anlatmak istiyor? Sosyalist mücadele içinde değerler yüklenen sembolleri derdest etmek mi niyeti? Hazır “cinai siyasi gastro” yazarken, gizli cinayet planı,  bu anlam yüklerini mi taşıyor bünyesinde?

Fidel'den devam edelim o halde. Devrimi yapanlara bu öfke niye?

“Şüphelerimi dağıtan hoyratlığınla nefret ettiğim varlığınızı teyit ettiğin için sana minnettarım. Türünüzü ortadan kaldırmak için varlığımı ortaya koyduğum içinse bahtiyarım” Neden kurucu kuşaktan bu kadar nefret ediyor Can, yani anlatıcı? Hiç ama hiç anlaşılamıyor.

İşte tüm nefret kusmalar ardı ardına geldiğinde, roman çatısı diye dikilen kolonlar derdest oluyor. Bu andan sonra ise, roman yerini anlatıcının sayıklamalarına, hezeyanlarına, kontrolsüz öfkesine, gizli parti tarihine, dehlizlere, cani eski parti kadrolarına (Lena, Fidel, Nordo, İdris), cemaatleşmiş  ve giderek tıpkı Orwellerin yaptığı alacakaranlık kuşağı betimlemelerine bırakıyor.

Hassas okur, Hatman'ın romanındaki komünist toplumun ne olduğunu anlamadan, onu yıkmak üzere planlanmış kişilerin savaş çığlıklarına maruz kalıyor. Bir başka deyişle, komünist mücadele, mücadelenin insanı, örgüt, parti, tarih, değerler gibi siyasi mücadeleye içkin kavramlar  yazarın öfke nöbetlerine kurban giderek manasızlaşıyor. Dağılıyor.

Son olarak şu soruları  sormak farz oluyor.

Komünizme geçilmiş bir dünyada politik polisiye roman illa ki küfür romanı mı olmalıdır? Başka türlüsü olamaz mıydı?

Roman bir sözdür, roman yazarının karanlık anti-komünizm jargonu dışında komünizmi betimleyecek bir içerik ve söz bulamaması politik geçmişi de düşünüldüğünde hayret verici bir boyutu beraberinde getiriyor.

Klişelerin sığlığına sığınmış Hatman, sözünü kirletiyor.

Ayşegül Devecioğlu sosyalist mücadelenin geçmişine  bakarak karanlık kişilerin yaptıkları tekinsiz katliamları, mutsuzlukları, kötü niyetleri, kendini düşünen bencil insanları, aldatılmışlığı, arabeskliği, kendine acımayı,  kullanılmışlığı görürken, Aziz Hatman ise bunu geleceğin toplumu üzerinden ters yüz ederek yapıyor. Yazık ki aynı kapıya varıyor.

Geriye;  aldatılmış, öfkelenmiş, incinmiş okurun “ne gerek vardı” serzenişleri kalıyor.