Pamuk ve Kar

Orhan Pamuk mevzusunu “Pamuk Kadınlar” ile kapattım diyordum. Kitaplığımda bir düzenleme yaparken tezi yazdığım dönemde satın aldığım bir dolu kitabı yeniden elden geçirdim. Hakikaten bir dolu Pamuk romanı ve Pamuk’un romanlarına ve romancılığına dair yazılan yine bir dolu eleştiri, inceleme kitapları.

Pamuk Kadınlar iğreti duruyor diğerleriyle yan yana gelince. Haliyle Orhan Pamuk’u hem sınıf körü hem de cinsiyetçi buluyor özet olarak. Uzun bir süre Pamuk’un hallerine dair yazmam diye düşünürken, vay benim emeklerim diye,  kitaplığımdaki bir dolu incelemeye bir de küskün küskün duran Pamuk Kadınlar’a baktım mecburen. İnsanın yavrusu her koşulda gözüne kuzgun görünüyor. Üstelik bir de Taylan Kara Emre Kongar’ın “Yazarlar, Eleştiriler, Anılar” kitabı üzerine yazınca eh dedim, bari yoldaki işaretleri izleyeyim. Ben yavrumu az biraz hatırlatayım, emeklerimi ihtiyacı olanlarla paylaşayım. Büyük yazarımız, Nobellimiz ne demişmiş bir vakitler gündeme taşıyayım.

Mevzu Kar’dı. Öyle karanlık, içimizi acıdan koyultan günleri yaşıyorken, gencecik çocuklarımızın ardından boğazımızda yumrularla bakakalıp taşa dönerken, içimizden hiçbir şey yapmak gelmezken, terörün bin bir yüzüne lanet okuya okuya öfkeden kararmışken, elimiz ermedikçe gücümüz yetmedikçe için için kor ateşler içinde... Zamanı durdurmak isterken. Durmuyor ki.

“Kar”; karanlık, kötücül ve suçlu bir roman. Hıncımı dedim ben, almaz mıyım senden. 2002’de yayımlanmış romanı Orhan Pamuk’un. On iki yıl önce… Dile kolay, kötücül bir kuyu gibi “ahan da” duruyor orada.

Kongar, Taylan Kara’nın aktardığına göre “kurgusal açıdan bütün romanları gibi üstün niteliklidir” demiş Kar için. Sonra “ideolojik mesajları ve karakterleri açısında gerçeklerden kopuktur”u da eklemiş. Karışık bir durum haliyle.  Hem o hem bu çağı kafalarımızı karıştırıyor demek ki.

Ne yazmışım ben? Deyivereyim biraz, akademik dilin mesafeliliğinde. Pamuk Kadınlar’dan ufak bir bölümü aktarıyorum.

"Pamuk, siyasi roman yazmaktan imtina eden bir yazar olarak bilinmekle birlikte Kar ile ilgili verdiği röportajlarda, bu romanın bir siyasi roman olduğunun altını çiziyor. Bunun yanında Stendal’ın romanın ayna işlevi taşıdığına gönderme yaparak, Türkiye’deki siyasal gerçekliklere ayna tutmayı denediğini, şüphesiz ki, bu aynada görünenlerin ise bazı insanların hoşlarına gitmeyebileceğinden söz ediyor. Bu anlamıyla aslında yazar, kendi sesini katmadan, aynı işlevini yerine getirerek hem siyasal İslâmcıların hem de Kemalistlerin romanda kendi mantıkları ile yer aldıklarını iddia ediyor."

(…)

Hakikaten de Kar, ele aldığı olaylar ve yarattığı karakterler açısından, Türkiye’nin 2000’li yıllara ilişkin tüm siyasi tartışmalarını bünyesinde toplayan bir romandır. Postmodern edebiyatın “büyük anlatı”lara yönelik, Aydınlanmacı aklı eleştiren tutumu, iyi; güzel bir geleceğin olanaklarının yıkıldığı saptaması ile birleşince, “büyük anlatılar” yerine, yerelliğin, cemaatleşmenin, tikelin öne çıkarıldığı bir siyasal ve sanatsal çerçeve kendini var etmiş; bu ise gerçekçi ve toplumcu sanat anlayışlarını mahkûm etmeyi beraberinde getirmiştir. Gerçekçi roman izlerinin, ardında “büyük anlatı”ları gizlediği tezleriyle birlikte, içeriğin yerini metinlerarasılık, kolaj, pastiş gibi biçimsel denemeler alır. Toplumsal sorunları irdeleyen, düşündüren metinler, sosyolojik yönlendirme yapıyor gerekçesiyle sanata ihanet olarak algılanır ve eleştirilir.  Dolayısıyla, siyasi bir roman olan Kar’ın hem tüm bu tartışmalardan azade olabilmesi hem de toplumsal olay ve olgulara romanın izleğinde yer verebilmesi için en akıllıca yol, gerçekliğin parodi biçiminde, groteskin açtığı yolda yansıtılmasıdır ki, Pamuk Kar’da nesnel anlatıcı kimliği taşıdığını iddia ederek bunu yapmaya çalışır.

Şöyle der Öteki Renkler’de Pamuk:

“Yazar imgesi olarak da kafamda modernistlerin yazıyı bir çeşit sığınma ve koruma aracı olarak kullanan yazarından çok, aydınlanmacıların her şeyi anlayan ve gösteren yazarı vardı. Şimdi ikisinin de yetersiz ve fazlaca türetilmiş olduklarını biliyorum. Şeytanlarla fazlasıyla kaynaşan bir toplumda modernizmin şeytanı yeterince akıllı olamıyor. Aydınlanmacılığın aklı da çoğu zaman şeytanlarla konuşabilmek için devletin gücü ve otoritesine sığınıyor. Belki de pek çok yazar gibi kavramlarla konuşamadığım için alegoriler arıyor, hikâyeler anlatıyorum. Ama şikayet etmiyorum ve talihli olduğumu biliyorum, çünkü benim ülkemde alegoriler felsefenin yerini tutar ve hikâyelere de teorilerden daha çok inanılır.” (s.222)

Yani sözün özü Aydınlanma’yı “çoğunluğa karşı despotizmin hegemonyası” olarak algılıyor Orhan Pamuk. Kadını günah gören; tekme atan, parkta spor yaparken içinden tokatlamak gelen zebaniler işte hep bu Pandora kutusundan çıkıyor.