Önce sev sonra öldür beni...

Bir süredir çevresinde dolanıp durduğum, bölük pörçük tartışma/konuşma açmaya çalıştığım bir konu var. 

Bizim cenahtaki  sanat üretiminde hadi daha daraltalım edebiyatta, sinemada, müzik parçalarının sözlerinde tüylerimi diken diken eden kendine acıma halinin beni sonsuz rahatsız edişi. Bunu düşünüyorum. 

Uygun kavramsallaştırmalar bulmak gerekli: Sol sanat, muhalif sanat, siyasi roman, politik film, protest müzik, sol tandanslı yazarların yazdığı roman, yeni sinemacılar, sol sinemacılar, politik sinemacılar, politik roman... 

Ne diyelim? Olmuyor? Tam karşılamıyor... Düşünmek lazım. 

Kavramsallaştırmak önemli... 

Ama bunu bir kenara koyalım şimdilik. Dönmek, düşünmek, tartışmak üzere...

Ne diyordum, bu kendine acıma hissinin damgasını vurduğu karakterler sanki mücadele ettikleri dünyaya kendi iradeleriyle gelmiş değiller de, birileri tarafından fırlatılmışlar ve çilelerinin dolacağı günü bekler gibiler. 

Tasavvufta benzer bir ruh hali var.

Sırtta bir dolu küfe, oflaya puflaya, yana yakıla menzile doğru kırbaç zoruyla yol alınır adeta. 

Bir türlü uyanılamayan karabasanlar gibi, Sisyfos'un umutsuz aşağı yukarıları ile bir ömür heder olmuştur ya. 

Gerisi boştur artık. 

Çile bir türlü dolmaz. 

Çile doldururken neler kaçırılmıştır, neler. 

Hayat nanik yaparak mücadeleye prangalanmış “özgürlük mahkumları”nın yanından süzülerek geçer.

Aslında süzülerek de değil, dört nala geçer. “Atla, atla!” diye de bağırır  gönülçelmek istercesine.

Ahh, salıvermezler ki...

Böyle kavranınca tabii yaşamak, bir gün “tüm yaşadıklarım koca bir yalanmış”  çöküntüsü ve buna eşlik eden öfke kişinin yakasını bırakır mı, bırakmaz...

Bırakmıyor.

Çünkü işin içinde dipten dibe, “aldatılmış olmak” durumu var. 

“Ömrümü yediler” bedduası var.

Kimse artık onlar...

Kimler? 

Gizli özneler.

Peki, ışıksızlık, mutsuzluk, umutsuzluk, güvensizlik, karamsarlık nereye varır sonunda? 

Denizlere mi? 

Dehlizlere mi?

Off, nefret ettim kendimden. 

Sustum.

Sanki bıdır, bıdır söyleniyormuşum gibi geldi. 

Tamam. 

Tamam söylendim ama niye söylendim, onu açıklayayım. 

Volkan Algan'ın Cangül Örnek ile yaptığı çok açıcı röportaj hop oturtup, hop kaldırdı beni. 

Güzel, dedim. Pek güzel. 

İran sinemasıyla yeni Türkiye sinemasını karşılaştırarak Türkiye'de kimlik eleştirisine ve insani toplumsal çürümenin tasvirine saplanıp kalmanın aslında bir kötümserlikten ve insana duyulan tiksintiden kaynaklı olduğunu söylüyor Örnek. Hatta, bu tiksintiden haz alındığını düşünüyor. Sevgi eksikliğinden söz ediliyor. 

(Yine Aziz Nesin el ediyor.  Halkı alabildiğine eleştirmek ile sevmek arasındaki sarkaçta fırtınalara meydan okuyor)

Devam edelim;  bu tiksintiyle üretiliyor.

Bu tiksinti keskin sirke halini alıyor. 

Geriletiyor.

Toz ve gaz bulutuna geri dönmeyi telkin ediyor. 

Ağustosta buz devrini  yaşatıyor. 

Ne güzel saptamış Cangül Örnek. 

Anti-komünizm tozunun Hayvan Çiftliği'nden, en büyük “diktatör” Stalin'e, “özgürlüksüz” Küba'ya,  “rüşvetçi” Chavez'e kadar dokunan herkesleri alerji ettiğini söylüyor. 

Evlerden uzak olsun şu komünizm. 

Dünyadaki tüm kötülüklerin anası komünizm. 

Aydınlar Ocağı'ndan Erol Güngör şöyle yazıyor. 

“Memlekette bir gün SSCB'nin desteğiyle diktatörlük kurmaya kalkacak bir komünist grubun yetişmesine, kökleşmesine nasıl mani olacağız?” diye soruyor ve Türkiye'deki Soğuk Savaş koşullarını ekonomik alt yapıya değil, kültürel ögelere bağlıyor. 

Ve devam ediyor. ““Sosyalizm modası” çıkmadan önce bunlar, “züppe”, “dejenere”, “kozmopolit” ve “inkılap yobazı” kategorilere  giriyorlardı. Şimdi asıl yerlerini buldular. Üstelik karakterlerini bir doktrine dayandırarak bir nevi hassasiyet de kazandılar.”

Bunlar...

Yani komünistler...

Cangül Örnek'in dediği gibi, gönüllü ya da gönülsüz. Bilerek ya da bilmeyerek...

İşte böyle böyle, bütünsel bakış, nedensel analiz uçuşup gidiyor. 

Bir de bakmışsın yok, hiç olmamış gibi...

“İçerik kadar araç önemsenmiyor.” 

Sonra Aydınlar Ocağı'nın kategorik sığlığından ötürü hedefi her türlü ıskalamasını keyifle izlerken. Dostun attığı gül yareliyor..

Kanatıyor...