Mart çilesi

Cumartesi sabahı nasıl koyu gri bir hava var. Gökyüzü kapkara, sert rüzgar yetmiyormuş gibi insanı sivri iğneleriyle döven bir yağmur. Zaten karanlık, kapkaranlık buz kesmiş hissediyorum bir süredir.

Hah tamam, çok güzel, sevmiyorum Mart ayını diye homur homur homurdanırken, Mart'a saydırırken, tüm öfkemi, tüm kızgınlığımı, tüm hıncımı, tüm umutsuzluğumu, tüm gribimi, tüm baş ağrımı, tüm pisliği, tüm riyayı, tüm dertleri Mart'tan bilirken, nasıl olur da bu pazar da yazmam diye kendimi kolaçan ederken; bin bir bahane bulmaya çalışırken “ nerde bir softa görirem korkirem” nakaratı dilime dolanmışken, hani öfkeden kıpkırmızı kesilmiş o facebook ikonu gibiyken, takırtılı öksürüğümle “öleyim ben, öleyim ben” diyen misubetliğim üstümdeyken ve bu halimle kendimden “tırsaki” olmuşken, Mart'tan hiç hazzetmeyen başkaları olduğunu da gördüm ve şu “yalan dünyada” yapayalnız olmadığımı kuvvetlice idrak ettim.

Bakınız Tolga Binbay'ın dünkü yazısı... http://haber.sol.org.tr/yazarlar/tolga-binbay/kusura-bakma-mart-ayi-ama-...

Mart ayını sevmemekte yüz milyon bin kere haklı olduğum böyle teyit olundu.

Şimdi bir nevi çiçek böcek mart zart mı konuşuyorsun diyebilirsiniz.

Deyiniz de zaten.

Ama sorun bakalım önce bu hallerim nedendir.

Bir nevi otosansür mü?

Neden olmasın. İnsanız nihayetinde.

Şimdi hasta gibi hissetmemek için yatağıma yatmadığımdan, kanepenin altına saklanmış bulunuyorum. Burnumu güvenli kanape altından çıkarırsam, burnum üşür. Dışardaki bombalar girer içeri. Terörist tanımı değişecekmiş korkuyorum. Burnunu neden çıkardın diyebilirler mesela. Son birkaç gündür pek bir kırmızı, pek bir muteber olan burnumu her bir şeye soktuğumu söyleyebilirler. Burnum değerlidir. Korumak isterim.

Gogol'un Burun öyküsü geldi aklıma şimdi... Nasıldı?

“25 Martta Petersburg'da pek tuhaf bir olay oldu.” diye başlayan...

Alın işte, burada da Mart ayı çıktı karşıma. Deccal gibi bir ay yani.

Dedik biz..

Mart ayı dert ayı...

Mart'la burun, burunla Gogol, Gogol'le palto... Off sonra Meslier, sonra Abdullah Cevdet...

Öyle bir ateş var yani üstümde.

İplerinden boşanmış gerçek ya da hayal kişileri ter ter tepinmekteler gri Mart öğleden sonrasında.

Acaba bir nevi havale geçiriyor olabilir miyim?

Bir kez anımsıyorum. Çok çok ateşim çıktığına yoruyorum. Her yerde Alice'in iskambil kağıdı muhafızları vardı. Üstüme üstüme gelen.

Alice'i bildiniz değil mi? Hani şu Harikalar Diyarı Alice'i.

Bir oda dolusu, yok yok bir ev dolusu İskambil muhafızları... Mızraklarını böğrüme böğrüme sallayan. Kaşlarını çatmış, üstüme üstüme gelen...

Deli Dumrul'un canını almaya gelen Azrail'e söylediğini söylesem... “Bizim buraların al yeşil toprakları vardır. Topraklarında salkım salkım asmaları vardır. Asmalarında parlak renkli üzümleri vardır. Göz göz üzümlerin şıraları vardır. Şıraları sıkarlar. Çok güzel şarabı olur. Yumuşak yumuşak içimi vardır. İşte ben burnumla ilgili konuşurken tatlı tatlı sarhoştum bilmedim. Ya meded” desem...

Haliyle “ey okuyucu!”nun tadını kaçırmayalım. Sadede gelelim.

Elimde Jean Meslier'in Sağduyu -Tanrısızlığın İlmihali- kitabı var. Evirip çevirmekteyim. Hmmm, hmmm, hmmm demekteyim.

1928 yılında Atatürk'ün emriyle Aklı Selim adıyla Devlet Matbaası'nda basılır. İlk basım eski harflerledir. Bir yıl sonra Latin harfleriyle yayımlanır. Abdullah Cevdet çevirir kitabı.

Meslier'e gelince, Aydınlanma çağının filozoflarına esin kaynağı olur kitap. Vasiyetname'dir adı. Kendisi rahiptir. Ölüm döşeğinde vasiyetnamesini kendilerine bildirmek üzere çevre rahiplerine iki mektup yazar şöyle der:

“Vasiyetnamemin bir kopyasını Sanit-Menebould mahkemesi kalemine verdim. 366 yapraktan ibarettir. Ancak cahillerin gözlerinin açılmasını ve gerçeği öğrenmelerini engellemek için kurulmuş olan adet gereği, vasiyetnamemin yok edilmesinden korkuyorum.”

Yok edilmez. El yazmaları Paris'te gizlice elden ele dolaşır. Top barutuna benzetilen kitap dinleri kıyasıya eleştirir.

Kitaptan mealen aktarıyorum.

“Safça olan İtalyan bir rahip her dini konuşmasında sürekli olarak yeni fikirler üretirmiş. Bir gün bir konuşmasında cehennemde kendine arkadaş edinmek amacıyla şeytan sürekli insanları baştan çıkarıyor ya, şöyle yapalım, Papa'ya başvuralım ve Tanrı'ya yalvarmasını, Tanrı'nın şeytanla uyuşmasını, tekrar “teveccüh ve iltifatına mazhar etmesini” isteyelim ki şeytan insan türü üzerindeki kötü projelerine son versin...”

Ehh işler öyle yürümüyordur tabii

Meslier mi ne diyor bu safdil papazın önerisine... spoiler vermiyorum.

Merak eden okur...

Bir de Abdullah Cevdet'e bir bakıverin çokça sevmeyeni var...

Dedim ya, bu haftalık böyle, tepemde Alice'in iskambil muhafızları beklerken çok bile yazdım...

El aman...