Karahindiba

Sinan Sülün'ün ilk öykü kitabı Karahindiba, 2011 yılında yayımlanmış. Bir sürü baskı yapmış.

Ben yeni okudum. Okuyunca içim sızladı. Çünkü üç öyküde de öylesine derinlikli bir biçimde kurmuş ki karakterlerini sanki onları tanıdım, sanki onlarla çay içtim, sanki onların omuzlarında bin kilo yükle her gün bizim sokağımızdan geçişlerini izledim.

Yorgundular, sözleri vardı ama diyemiyorlardı. Tam bir şey söyleyecekken susuyorlar, uzaklara dalıyorlar sonra da apar topar yanınızdan uzaklaşıyorlardı. Aramızda onulmaz mesafeler varmış gibi hissettiriyorlar, tam “başım döndü derinliğinden” dediğim anda nanik yapıp, “Yer altı adamı”* refleksleriyle sakilleşiyorlar ve “sıradanın hafifliğinde” buluşma ve uzlaşma çareleri arayacakmış gibi bir hamle yapıyorlar ama o köprüleri sanki bir türlü geçemiyorlardı. “Kör kuyularda merdivensiz”bırakılmış gibiydiler, ama bir yandan da tüm merdivenleri büyük bir aşkla tekmeleme potansiyelleri karşısında şaşkınlık yaşatıyorlardı.

Görünmez bir el yakalarından tutuyor ve onları bir türlü bırakmıyordu. Parçalanmış gibi duruyorlar, “keşke”lerine, “iyi ki”leri karışıyordu.  Kör gibi hissettiriyorlar, nerelerine dokunsam oranın fotoğrafı beliriyor ama bir türlü tamamı oluşmuyordu fotoğrafın.

Şefkatle yaklaşmak istediğimde, beni geri itiyorlardı kızgınlıkla, merhametime asapları bozuluyor, ele avuca sığmaz bıkkınlıkları ve kapkaranlık öfkeleriyle karşılarında ellerimi nereye koyacağımı bilmediğim bir kekemelikle öylece bakakalıyordum.

Alabildiğine rahatsız ediciydiler. Dövesi geliyor insanın Rıfat'ı mesela. Bu kadar da sünepe mi olunur, diyesi geliyor. Bu kadar sinik, bu kada kendine acıyan, bu kadar bencil, bu kadar vurdumduymaz, bu kadar aşık, evet bu kadar aşık...

Travmalı çocuklar gibi tüm iletişim pencerelerini bir bir kapatıyor Rıfat. Bir annesini, yaşlı ve hasta, ilaçların etkisiyle sürekli uyuyan annesini görmek istiyor, onda bile istediğine ulaşamayınca, şansını zorlamıyor, vazgeçer gibi önemsemez gibi, keçeleşmiş gibi, bekliyor da bekliyor. Zorlu bir yaşam yolunda daha baştan kaybetmiş insanlara özgü bıkkınlık ve ilgisizlikle kendini çevreleyen yaşantı parçalarına alabildiğine ilgisiz bir biçimde bakıyor, bakıyor. İnadı ve vazgeçmişliği, bende saygıya benzer bir şeyler yaratıyor. Öte yandan tedirgin edici, rahatsızlık verici. Diken gibi batıyor.

Kendine acımasından bıkkınlık geliyor da  bir güzel pataklamak istiyor insan. Sarsa sarsa “kendine gel be adam!” diyesi. Ömür törpüsü. Çocuğun olsa sevilmez, diyesi...

Sonra okur (ben) kendi kibriyle apansız karşılaşınca sarsılıyor. Bu kez de kendisiyle didişmeye başlıyor. (Bu kadar mıymışsın Şule? Yazık sana, kibirlenme. Demek bu kadar hevesli imişsin kibirlenmeye, tepeden bakmaya, yol yordam bilirim edasıyla şişinmeye, insanları; kaybetmişleri, yoksulları, huzursuzları, uyumsuzları, bitmişleri, tükenmişleri, hırpanileri, yolsuz ve yordamsızları, aşıkları, şehvetle yargılamaya bu kadar açmışsın meğer. )

3 öyküden oluşuyor kitap. Ben en çok Rıfat'a sinir oldum. Aralık öyküsünde. En çok Rıfat'ı sevdim.  Sonra Mavi Pelikan'daki Numan'ın hikayesi var. Mavi Pelikan var.

“Yedi senedir her sabah -araya giren on sekiz ay askerliği saymazsak- paspas atmıştı dükkana. Halil Bey patron, yalnızca patron değil, babası öldükten sonra onlara sahip çıkan, onu işe alan, düzenli SSK'sını yatıran -bu çok önemliydi- kendilerine büyük iyilikleri dokunmuş uzaktan akrabalarıydı da aynı zamanda.”

Ama SSK'nın düzenli yatırılması ne kadar önemli bir bilseniz. “Bu çok önemliydi”  Tüy kadar hafif, donuk, ama olabildiğine iyi Numan...

İyi adama bir iki  öğüt vermeli, soru sormalı mı? **

Sonraki  öykü ise Karahindiba. Adnan Çubuk, bir gün kendini kocaman bir hamam böceğine dönüşmüş olarak bulur. Şaka şaka. Ama Kafka'nın Dönüşüm'ünü getirdi aklıma.

Heyula gibi sürekli azarlayan baba “pazarda limon sat, tembel, işsiz aptal, ne işe yararsın sen hayatta, şuna bak şuna haysiyetsiz herif!” Bankacı olmayan Adnan Çubuk, hayallerinin, ideallerinin peşinden giden, üç kuruşa ömrünü ve hayallerini satmayı reddeden, ya işsiz kalırsam deyip deyip işsiz kalan, işsiz, işsiz, işsiz Adnan Çubuk...

“Gazetede o ilanı gördüğümde otuz yaşındaydım. İşsizdim. Kız arkadaşım terk etmişti. Arkadaşlarım beni aramıyor, telefonlarıma çıkmıyorlardı. Seneler sonra ailemin yanına dönmüştüm. Ve sol testisim pinpon topu büyüklüğündeydi.”

Murathan Mungan demiş:

“Yaşam boyu ne çok şeyin yanından

geçip gitmişizdir.

Ne çok fırsatın, hayalin,insanın,

ihtimalin.”

Sanki son bölümdeki doğum günü partisi olmasa daha mı iyiydi Adnan Çubuk? Ateş içinde hezeyanlar görürken gitmese miydin acaba o partiye?

Kalemine sağlık Sinan Sülün. Üç yeni insan, senle birlikte dört eder, kattın hayatıma.

*Dostoyevski, Yeraltından Notlar