İyi iş

Bunaltan yaz günlerinde romantizmin serinletici dokunuşları mı beklediğiniz? Güzel bir müzik eşliğinde, hülyalara dalarak, her şeyin pembe ve umutlu olduğu geçmiş bir zamanın gölgelerini takip etmek mi istediğiniz şarabınızı yudumlarken?

Ey okur, hakikaten şu garip dünyada nedir sizi bu denli cendereye sokan? G-20 Hamburg buluşması mı? Kibirli ve açgözlü “Düvel-i Muazzama”nın dişlerini kürdanla temizlerkenki sırıtışı mı bir yumruğu hak eden? Bi sakin, demek isterim. Sakin…

Hayat bazen hakikaten çok kısa. Bazen de çok uzun, doğru.

Ama sakin.

Mümkün mü sakin kalmak?

Belki bazen…

Çok güzel bir filmi izlerken mesela. Ya da kıvamlı bir şiir okurken.

Genel Ağ’dan yazılara bakarken karşıma çıkan Oya Batum Menteşe’nin Littera’da “ Edebiyat Nedir?” yazısına serpiştirdiği şiir parçalarının arasında, içinize ve hayata doğru yolculuk yaparken nefes alışlarınız düzene giriyorsa. Yaşamak güzel şey be kardeşim, dedirtiyorsa her şeye rağmen. Çoğaldığınızı hissettiriyorsa kimi zaman bir gülüş, bazen bir aksiseda, bir bakış, bir hatırlayış… Ama çoğunluk ille de sanat parçacıkları sakince nefes alıp vermenizi sağlıyorsa… Dinginleştiriyor, sevindiriyor, hafifletiyor ve “biliyorum ama anlatamıyorum” dediğimiz “O şey”e sebep oluyorsa. İşte T.S. Eliot’ın Çorak Ülke’sinden bir parça, Cevat Çapan çevrisiyle.

Hangi ışıklar kavrar, Hangi dallar büyür bu taş yığınında?

Ey insanoğlu, Bilemezsin, kestiremezsin, çünkü bildiğin ancak

Bir kırık suretler yığınıdır güneşin kavurduğu,

Ne ölü ağacın gölge, ne cırcır böceğinin huzur,

Ne de kuru taşın su sesi verdiği.

Yalnız bu kızıl kayanın altı gölgelik (Gel sığın gölgesine bu kızıl kayanın)

Ve ben sana öyle bir şey göstereceğim ki,

Ne seni sabahları izleyen gölgendir bu,

Ne de seni karşılamaya kalkan akşamki gölgen;

Sana korkuyu göstereceğim bir avuç tozda.

Bazen bir romandır, içinizi coşkuyla dolduran. Bir cankuşumun geçen yıl doğumgünümde hediye ettiği bir roman. David Lodge’ın “İyi İş” romanı. Romandan bölümleri hatırladıkça, sırnaşıkça sırıtıyorum ne yalan söyleyeyim. Turist Ömer gibi şapkamı devirip kaşımın üstüne, sigara tellendiresim geliyor, seke seke. Tuhaf kabul ediyorum halbuki pek ağır bir nesnelliği anlatıyor roman. Bendeki bu etkisi sıcaktan mıdır, Çorak Ülke’den midir, gençlikten midir bilmiyorum. Umursamıyorum da, ne gam.

Ayrıntı’dan çıkan romanın arka kapağından bir bölüm, oldukça kapsamlı ve konuyu özce veren bir tanıtım.

“Thatcher dönemi İngilteresi’nde, hayali bir sanayi kentinde geçen bu romanda, iş dünyasında yaşanan kıran kırana rekabetten genel müdürlüğe kadar yükselerek muzaffer çıkmış “başarılı” bir erkek ile, hayatını on dokuzuncu yüzyıl sanayi romanına ve kadın araştırmalarına adamış, son derece parlak bir akademik kariyeri sürdüren, feminist ve solcu bir kadının yolları kesişiyor...

Hükümet 1986 yılını Sanayi Yılı ilan etmiştir. Üniversite ile sanayiyi kaynaştırmak ve aralarında işbirliği sağlamak amacıyla tasarlanan Gölge Programı çerçevesinde, her üniversiteden bir öğretim üyesi sanayideki üst düzey bir yöneticiyi sömestr boyunca haftada bir gün gölge gibi izleyecek, bütün günü onunla geçirecektir. “

Daha ne olsun? Farklı dünyaların, farklı değer yargılarının, zorunluluklar nedeniyle bir araya gelmiş iki insanın göndermeli, simgesel ve alabildiğince ironik bir romanı İyi İş. Para, piyasa ilişkilerine bulanmış Victor Wilcox, makine mühendisi ve 1940 doğumlu, Pringle ve Oğulları Dökümcülük ve Mühendislik Genel Müdürü. Robotlaşmış, tek ölçütü para olan, piyasa ilişkilerini tek Tanrı kabul eden, sıkıcı, gri bir orta-üst sınıf karakteri. Öte yandan gölgesi Robyn Penrose ise, 19.yüzyıl sanayi romanı uzmanı ve kadın çalışmaları yapıyor; üniversitede sürekli bir kadro yakalamak için uğraşıyor. Merkezde iki insanın her yönüyle çatışan ilişkileri var. Çeperlerde ise Victor’un ailesi ve iş arkadaşları ile ilişkisi, işçilerin korkunç çalışma koşulları, Robyn’in sevgilisi, akademik camianın içler acısı durumu ve elbette Thatcher dönemi İngilteresi’nin çarpıcı bir fotoğrafı var. O kadar ki, yazar aslında olay örgüsü içinde tam bir karakterler geçidi yapıyor. Ete kemiğe bürünen yan karakterler dahil o kadar tanıdık ve o kadar ironik ki…

Okuyun, amman okuyun bu romanı. David Lodge’ın diğer romanlarını da sıraya koydum. Ama bu romandan aldığım zevki onlardan alamayacağım diye korkarım.

Romanların başlangıcındaki girizgân niteliğindeki alıntılara bayılırım. Onlardan da var romanda, haliyle bayıldım. Charlotte Bronte’un Shirley’e Giriş’inden yapmış bir alıntıy yazar, esinlenme mi demeliydim?

“Senin için… romantik aşk macerası gibi bir şeyin hazırlandığını sanıyorsan, ey okur, hayatının yanılgısı olurdu bu. Duygu, şiir ya da hayal mi umuyorsun? Tutku, uyarım, ya da melodram mı bekliyorsun? Beklentilerini yatıştır, onları mütevazı bir düzeye düşür. Önünde gerçek, serinkanlı ve katı bir şey duruyor; çalışan herkesin, kalkıp işe gitmek zorunda olduğu bilinciyle uykudan uyandığı pazartesi sabahları gibi, romantizmden uzak bir şey.”

İşte, sanat bunun için var. İçimizi gönendirmek, bizi güçlendirmek, yaşantılarımıza benzeyen başkalarının yaşantılarını izleyip daha bütünden, daha derinden ahvalimize bakabilmek, sezebilmek için. İyi ki de var.

Bir de T.S Eliot’un Çorak Ülke şiiri ile ilgili bir anket buldum eskilerden belki ilgini çeker ,ey okur! Aşağıda bağlantısı. Bi sakin… Rindane bir edayla, hayat bazen çok kısa deyip, sanat ise uzun diyesim var.

http://www.radikal.com.tr/kitap/corak-ulkeyi-biliyor-musunuz-945603/