Günlerin Getirdiği

Zaman ne tuhaf şey.  Anılarımız ve yaşantılarımız da öyle. Hangi anının, hangi zaman diliminde tetikleneceğini, neyin neye yol alacağını bilmeden, benliklerimizin gizli kalmış kuytularındaki anı parçacıklarının orada olduğunu fark etmeden yaşarmışız demek.

Şimdi mesela 12 Eylül deyince bizde oluşturduğu dalgalanma, bulutlanma, biriktirme ancak yan yana, iç içe aynı coğrafyada, aşağı yukarı benzer zaman diliminde yaşamakla mümkün değil mi? Buralı olmak, aynı yurt parçasında yaşamak, aynı toplumsal süreçlerin içinde oradan oraya savrulmakla ilintili biraz da.

12 Eylül deyince göz göze gelişlerde gizli bu. Aynı yaş kuşağının insanları, aynı okulda, aynı sırada, aynı sınıfta, aynı şehirde ve nihayet aynı ülkede olmakla sağlanabilecek benzer yaşantılar, benzer anı parçaları, benzer suskunluklar, benzer hüzünler ve korkular...

Örneğin ben meğer yıllar yılı saklamışım 12 Eylül  şafağını. Sekiz yaşındayım, okula gidiyorumdur ama hatırlamıyorum mesela. Sisli bir anı perdesinin, şekilsiz eşyaları içinde sabahın alacakaranlığını anımsıyorum. Yatağımdayım. Tatlı bir uyku, kardeşim dört yaşına girmemiş olmalı. Onu hatırlamıyorum. Odamız yok, oturma odasındaki kanepeler bizim yatağımız. Kanepeleri, çekyat mı demeliyim, arkası kitap dolaplı -biz kitap dolabı olarak kullanırdık- var.

Anılarım beni şaşırtıyor olabilir mi? Mümkün.  Kanepenin rengi açık, deve tüyü mü, kadife dokulu...

Kendimi ve yatağın huzur verici sabah uykusunu hatırlıyorum.

Sabahın köründe kapı zili çalıyor.

Ona uyanmış olabilirim.

Ama çocukluk işte, uykunan ılık kollarından sıyrılıp, silkinmek mümkün değil.

İçeride pıtırtılar duyuyorum.

Düşündükçe yeni anı parçaları dolduruyor zihnimi.

Annemin ve babamın sesleri...

Havada bir telaş kokusu. Çocuklar hisseder.

Sonra uyuyor taklidi yaparak etraftaki tüm seslere kulak kesiliyorum.

Dedem ince bir silüet olarak, hafif kamburu çıkmış endamıyla televizyon sehpasının altında duran radyoya doğru eğiliyor.

Darbe olmuş, askeriye yönetime el koymuş dediğini duyuyorum.

Annem, babam ve dedem televizyon sehpasının önüne oturmuşlar, sanki bir ayindeler gibi radyodan bir kanal  bulmaya ve söylenenleri duymaya  çalışıyorlar. Dedem bağdaş kurmuş olabildiğince kulağını radyoya dayıyor.  Hepsinin yüzleri kasılmış ve gergin olmalı. Kesik kesik konuşmalarından  bunu anlayabiliyorum. Tedirgin edici, merak uyandırıcı, tekinsiz bir şeyler havada dolaşıyor sanki.

Okula gidecek miyiz?

Sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş olmalı.

Hatırlamıyorum.

Ancak sabahın alacakaranlığında radyoya eğilmiş üç insan, babam, annem ve dedem öyle belirgin ki. Uzansam babamın boynuna kolumu koyup sonra kucağına oturacağım sanki.

12 Eylül'ü yaşadık.

Çocuktuk.

Anılarımız çevremizde gördüklerimiz, konuşmalardan çekip çıkararak kavramaya çalıştıklarımız kadar.

Geceleri pencerenin önüne oturmazdık. Bomba sesleri duyardık ve pencere önüne oturulmazdı. Bir kural gibi yaşanıyormuş demek. Uysallıkla annemizin ve babamızın tembihlerini gündelik bir rutin olarak tutardık.

Bombalar kesildi.

Dedemlerin evinin duvarında sürekli yazılar olurdu. Solcular yazar, ülkücüler siler, kendi duvar yazılarını yazar, solcular siler kendi yazılarını yazardı.

Biz uykuya daldıktan sonra gece insanları habire dışarılarda dolaşıyor diye şaşardım.

Sonra duvar yazıları tamamen badanalandı.

Sonra sonra büyüyünce, okudukça, başka acıları, başka çığlıkları, başka 12 Eylül sabahlarını da okudum. Anılarda, öykülerde, romanlarda. Nedenini,  nasılını,  niçinini öğrene öğrene...

 

Anı parçaları, sanki aradan yıllar geçmemiş gibi çocukluğun kaygısız gülüşlerine takılmış kalmış demek ki, saklandıkları yerden bir bir çıktı 15 Temmuz cehennemini yaşarken.

Savaş böyle yaşanıyor diye düşündüğümü hatırlıyorum. Ülkeme ne oluyor  derken, Suriye görüntüleri, derdest olmuş kentler, insanlar bir bir geliyor aklıma, korkuyorum.

Sivil ölümleri, bombalar, kaçışan insanlar, korkuyla objektife takılmış bakışlar, sanki bir bilgisayar oyunu gibi vurulup devrilenler, gerçeklik kavrayışımı zorluyor. Acı duyuyorum.

Yaşadığımız bir travma.

Güzel ve acılı ülkem, Türkiye'm.

Feyruz'un şarkıları geliyor aklıma, Beyrut, Bağdat...

Başka acılarla bizimkileri harmanlıyorum, kötü geliyor, kötü oluyor.

Yapmamalı.

Şarkılar, şiirler, günlerin tortusu, anılardan çıkıp gelip bugüne oturuyor.

Bazen bir cümle yetiyor, bazen sessiz kalmak, bazense alabildiğine haykırmak.

Ne diyeyim ben size...

Ne diyeyim ben size...