Çığlık

Çığlıktan söz etmek istemiştim. Hani çocuk cinayetlerinin ardından yapılan açıklamalarda kendine ilginç bir yer bulan çığlıktan. Çocuklara istemedikleri bir şey yaptırılmaya kalkışılınca çığlık atmalıymışlar. Böylelikle çocuklara yönelik saldırılar, çocuk cinayetleri bir nebze de olsa önlenebilirmiş. Yeni bir şey bulmuşçasına, özgürlükçü ve “gelirsen çığlık at kıvamında” neşeli bir cıvıltı/vızıltı içinde söylenen, muhtemelen söyleyeni yeni bir buluş yapmışçasına mutlu eden sözlerdi bunlar. Ne diyelim... Ne denir...

Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.

Sonra, çocuk cinayetleri ve çığlık deyince, hani 1920’lerde yapılan, türünün ilk örneklerinden biri denen “Dr. Caligari’nin Muayenehanesi” ile devam edecektim. “İçindeki karabasanı açığa çıkarmak” sözünün kullanıldığı ekspresyonist sinema örneği olan filmden. Korkunun ve umutsuzluğun kara gölgeler, çarpık dekorlar, uzayan uzuvlar ve tekinsiz bir atmosfer içinde insan zihnini de çarpıtmasından. Filmin anlattığı gizemli çocuk cinayetlerinden, seri katillerden, eğik bacalı, yamuk duvarlı evlerden, şapkalı ve uzun pardüsülü tekinsiz adamlardan, çocuk katillerinden...

Bu puslu atmosferin, sisli gölgelerin arkasında yolunu şaşırmaktan. Korkmaktan, korkmaktan, ölecek kadar korkmaktan ve bir otoriteye teslim olmayı kurtuluş saymaktan. Gözleri kapatıp, ölesiye korku ve tekinsizlik verene sempati, empati duymaktan. Hani Stockholm Sendromu’ndan.

İçe kapanmaktan, hareketsiz kalmaktan, içine göçmekten, içine dönmekten, dünyayla bağını koparmaktan, gülümsemeyi unutmaktan, içten içe yanmaktan, kendi kendine söylenip söylenip durmaktan ama bir türlü söyleyememekten, şişmekten, öfkeden, yani cinayetlerden söz edecektim.

Sonra...

Bir kez daha, son zamanlarda sık sık olduğu gibi, bir kez daha zaman durdu. Mekan savruldu, dağıldı. Ellerimde ufalandı kömür tozları. İnce bir ağıt gibi kapladı içi, dışı, öteyi beriyi. Soma’yı.

Hayatlar, hele hele madencilerin hayatları bozuk para yani, öyle mi? Hani diyorlar ya bazıları, dünyanın en doğal durumunu söylermiş gibi, madencinin kaderiymiş, çekecekmiş. Yani? Kaderimde var çekerim, deyip susacakmış, susacakmışız. Sineye çekip, öyle mi?

Bir yönetim şekli olarak kadere inanacağız, peki. Sonra?

İnanmaya devam edeceğiz, bir tweet’te dediği gibi “Bu ülkede işçiler için meydanlar kapatılır, ama ölmesinler diye işletmeler kapatılmaz”, sahi mi?

Üstelik iştaha gelmiş bir tatlısu çevrecisi, anonim şirket destekçisi tatlı tatlı ölümden söz eder, tatlı ölümden. Sonra on yedi yıl sonra yeraltından çıkan madenciden, fareyle beslenmesinden. Anonimden, özelin güzelliğinden, kaydıra kaydıra dilini, iştah içinde.

Sonra bir anlatım ve vicdan faciası gelir, alelacele, yangından mal kaçırırcasına. Mal kaçırmak moda olduğundan. Anadolu Ajansı bildirir. Buz gibi. “Soma Kömür İşletmeleri, alınan en yüksek ve denetimde olan tedbirlere rağmen yaşanan kazaya anında müdahale gerçekleştirildi.” Çalakalem, kekeme, kargacık, burgacık, kötü, çarpık, vicdansız.

Kulağım haberlerde, iyi haberlerde ama umutlar tükeniyor...

Kömürü bedava dağıtıyorlardı değil mi?