Büyük İnsanlık

Sabaha karşı uyandım. Karışık duygular içinde, görünmez kederler ve sevinçler içinde kıvamlı bir dinginlik ve eşlik eden bir keskin acı.

Ken Loach’un “Ben Daniel Blake” adlı filmini izlemiştik.  Kafkaesk bir karanlık içinde güneşin batmadığı yerlerdeki janjanlı kapitalizmin gri bürokrasisini, insanı örseleyen, lime lime eden dişlilerini son derece yalın bir biçimde anlatan bir filmdi. Emekçilerin bitmeyen çilesini, gündelik yaşamın olağanlığı içinde kulağımıza fısıldarken, 40 yıllık marangoz Daniel Blake’in hayatında ilk kez “işsizlik fonuna” başvurmasını anlatıyordu. Kalp krizi geçirmesinin ardından doktorların önerisi çalışmaması yönündeydi. Oysa “İş Yeteneği Değerlendirmesi”ne göre çalışmasında bir sakınca yoktu. Bu yüzden fondan istediği destek yardımı reddedildi ve parasızlık, dahası evsizlik tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.

Galip Usta geldi aklıma. Hani şu “tuhaf şeyler düşünmekle meşhur” olan… Hani Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan Galip Usta.

“"Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?"
                               diye düşündü
                               21 yaşındayken.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                         22 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                        23 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                        24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                        50 yaşına kadar.
51 yaşında "İhtiyarladım" dedi,
                  "babamdan bir yıl fazla yaşadım."
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
                               kaptırmış kafasını
                                              düşüncelerin en tuhafına:
"Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?"
                                                   diye düşünüyor.”

Tıpkı Daniel Blake gibi.

Neşet Ertaş’ın sesi kulaklarımda. Gönül Dağı mı? Evet o.

Gönül Dağı…

“Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez./Gönülden gönüle gider yar oy yar oy yar oy/Yol gizli gizli…”

O gizli bağ, o gizli dil.

İran’a götürdü beni. Azeri köylerine. Hoplaya zıplaya, “Hayırdır, inşallah” diye diye… Çocukluğuma. Çocukluğumun kıyısında, içimde derin bir tortu bırakan Öğretmen Samed Behrengi’ye. Ülkemde “iyi insanlar” arasındaki gizli dilin mimarlarından biridir bence [Image result for samed behrengi] Behrengi, Nazım ve onca yoldaşıyla beraber. İnsan gibi insan olmanın tohumunu atanlardan ve ne kadar uzak ve bir o kadar yakın sıcacık Behrengi. Kitapların ardında minik kafalarımızı karıştıran “fikirleri yüzünden öldürüldü.” ibaresi 60’ların sonunda Şah’a karşı devrimci bir öğretmenin gencecik, dipdiri dirençli sesi. 

Ah! O nehir. Aras Nehri. Issız, ıpıssız kalleşliğin gölgelerini saklayan. Küçük Kara Balık, çok mu ürküttü acep Şah’ı?

 Uzun yaz günlerinin bitmeyen ikindilerinde, hem Behrengi’ye, hem Ali’ye hem de Ulduz’a üzülüşlerim. Sıcaklık, kardeşlik, iyilik ve derin bir sızı, Bir Şeftali Bin Şeftali ile gelen.

Yalan mı?

Gönülden gönüle bağ yok mu?

Kapitalizmin sağıp posasını bir çöp torbasıymış gibi bir kenara atmak istediği emekçilerle, Galip Usta’nın tuhaf düşünceleri arasında bir bağ? Gönülden gönüle bir bağ? Gizli bir dil? Tatlı bir dil? Bizlere, onurlu, dik ve adil olmayı öğütleyen Behrengi ile Daniel Blake arasında gönül bağı mesela?

“Benim adım Daniel Blake. Ben bir vatandaşım ne eksik ne fazla…

Ben müşteri değilim. Ben ne kaytarıcıyım, ne beleşçi ne de otlakçıyım. Ne dilenciyim ne de hırsız.

Ben ne sosyal güvenlik numarasıyım ne de bilgisayar ekranında bir görüntüden ibaretim. Vergilerimi eksiksiz ödedim ve bundan dolayı gurur duydum.  

Ben komşularımın ve arkadaşlarımın gözünde güvenilir biri oldum. Sadakanızı ne istiyorum ne de kabul ediyorum. Benim adım Daniel Blake. Ben bir köpek değilim. Sadece haklarımı ve bana saygı göstermenizi talep ediyorum.”

Böyle diyor işte. Bu kadar açık. Bu kadar yalın.

Gorgolara inat. Gorgolara karşı. Boşverdim. Gorgolar konuşsun. Sabahlara, akşamlara kadar hep konuşsunlar isterlerse. Vıdı vıdı. Bıdı bıdı.

Ne gam.

Behrengi gülümsüyor işte.

” “Badem çiçeği bana gülümsedi ve beni okşadı. “Artık uyanma zamanı, içinde canlanmayı bekleyen bir tohum var. Uyan, büyü ve güzel tatlı meyveler ver.” dedi.”

“Beni bırak göğe bakalım.

(…)

Durma kendini hatırlat.

Durma göğe bakalım.”